Minor Threat - Complete Discography

21 Şubat 2008 Perşembe

Ian MacKaye – Vokal
Lyle Preslar – Gitar
Steve Hansgen – Bas (15–23 numaralı parçalar arasında)
Brian Baker – Bas (1–14 ve 24–26), gitar (15–23)
Jeff Nelson – Davul

Hardcore punk müziğine ve kültürüne inanılmaz katkıları olan grupların başında gelen Minor Threat, aslında sadece 3-4 yıllık ömrü olan bir grup. 1980 ile 1983 arasında aktif oluyorlar ve hardcore punk'ın yanında, straight edge akımının da öncülüğünü üstleniyorlar. Bu üç (ya da ay hesabına göre dört, bilmiyorum heh heh) yıla ayrıca en az 26 tane de kayıt sığdırıyorlar. Az zamanda çok ve büyük işler yapmışlar. Bravo.

Grubu kabaca tanıttıktan sonra şimdi de albüme gelelim bakalım. Bu albüm bir derleme ve Minor Threat'in yayınlamış olduğu bütün kayıtları bir araya getiriyor. Tabi bunu kendileri değil (belki de kendileridir), yayıncı firma yapıyor ve grubun dağılmasından yaklaşık 6 yıl sonrasına denk geliyor bu olay.

Slayer'ın Undisputed Attitude'ünden tanıdığımız üç şarkı var, Filler, I Don't Wanna Hear It ve Guilty of Being White. Ayrıca daha çok Sex Pistols'ın coverından bildiğimiz The Monkees şarkısı (I'm not your) Stepping Stone'un bir de Minor Threat hali var bu albümde. 26'da 4 bilindik şarkı olunca tabi derlemeyi dinlemesi daha kolay oluyor. Üstelik Filler ve I Don't Wanna Hear It ilk iki şarkı olunca oh değmeyin keyfime.

Albümdeki neredeyse tüm şarkılar bağırılarak söyleniyor ki, zaten bu şarkılar bence esas güzel olanlar. Sakin tavırlarla söylenen şarkılar ya da şarkı bölümleri esas tadı vermiyor dinleyiciye. Kişisel bir isyan ya da çevredeki insanları görmezden gelmeye çalışma gibi ruh hallerine karşı birebir önerilebilen bir albüm. Genellikle hız ve öfke dolu. Yalnız bu cümle fazla klişe olmuş oldu artık ama başka türlü tanımlayamıyorum. Basit akorlar, eski model ama prodüksiyonu kaliteli kayıtlar, bağırmalı vokaller... Zaten bu vokal tarzı hardcore punkın da standartlarını belirlemiş oldu.

Albüm normalde 47 küsür dakika, bir albüm için normal sayılır ama şarkı sayısı çok fazla olunca işte, insana bitmek bilmiyormuş gibi geliyor. Özellikle 3. şarkı Seeing Red'den sonra film kopuyor, hangi ve kaçıncı şarkıda olduğumu kestiremiyorum. Ortalarda yine artarda gelen iki tanıdık şarkı Guilty of Being White ve Stepping Stone bir an için nerede olduğumu anlamamı sağlıyor ama sonra tekrar kayboluyorum. Dinle babam dinle, hiç bitmiyor derleme sanki.

Bu derlemenin bir yeni basımı daha 2003'te gerçekleşti ve burada gördüğünüz orijinal kırmızı kapağın aksine, yeni basımlarda mavi kapak mevcut. Bunu da ek bilgi olarak vereyim. Ayrıca albümün yayınlanma tarihi 1989 ama parçalar doğal olarak 1981 ile 1983 arasında kaydedilmiş. Dolayısıyla etiketlerde göründüğünden daha eski bir muhteviyata sahip bir albüm bu.
  1. "Filler" – 1:32
  2. "I Don't Wanna Hear It" – 1:13
  3. "Seeing Red" – 1:02
  4. "Straight Edge" – 0:45
  5. "Small Man, Big Mouth" – 0:55
  6. "Screaming at a Wall" – 1:31
  7. "Bottled Violence" – 0:53
  8. "Minor Threat" – 1:27
  9. "Stand Up" – 0:53
  10. "12XU" – 1:03
  11. "In My Eyes" – 2:49
  12. "Out of Step (With the World)" – 1:16
  13. "Guilty of Being White" – 1:18
  14. "Steppin' Stone" – 2:12
  15. "Betray" – 3:02
  16. "It Follows" – 1:50
  17. "Think Again" – 2:18
  18. "Look Back and Laugh" – 3:16
  19. "Sob Story" – 1:50
  20. "No Reason" – 1:57
  21. "Little Friend" – 2:18
  22. "Out of Step" – 1:20
  23. "Cashing In" – 3:44
  24. "Stumped" – 1:55
  25. "Good Guys (Don't Wear White)" – 2:14
  26. "Salad Days" – 2:46

Speed Kill Hate - Acts of Insanity

20 Şubat 2008 Çarşamba

Dave Linsk - Gitar
Mario Frasca - Vokal
Derek Tailor - Bas
Tim Mallare - Davul

Bu blogda Overkill mamüllerine yer vermem gayet doğal, en sevdiğim grup olması dolayısıyla. The Cursed dedik, The Bronx Casket Co. der miyiz bilmem (gotik metal, pek dinlemem), şimdiyse sıra Speed Kill Hate'de (ya da resmi yazılışıyla /speed\kill/hate\). Overkill'in Relix IV zamanlarını düşünün (yani Tim Mallare henüz gitmemiş olsun), işte o Overkill'in 3/5'ini alın, yanına bir de Mario Frasca'yı koyun, işte size Speed Kill Hate. Doğal olarak bu kadrodan Overkillvari bir şeyler bekliyoruz ama öyle değil işte. Zira grubu kuran eleman Dave Linsk, kendisinin yazdığı ama Overkill'e uymayan şarkılarını değerlendirme amacı güdüyor. Bunlar gayet sert, agresif ve hızlı besteler. Overkill'de değerlendirilmemesi ise normal, her ne kadar hala boyun sökücü müziğe devam etseler de Overkill yine de biraz daha derin bir müziğe ev sahipliği yapar. Mesela adamların şarkı sözlerinden hiç bir şey anlamam, sözlük karşılıklarını bilmeme rağmen.

Neyse, biz gelelim tekrar SKH'ye. Önce ne yapar bu SKH ona bir bakalım; her yerde "old school thrash metal" tanımı gidip duruyor ama bence o kadar da eski okul değil. Yani nasıl desem, yine de her tarafından modernlik fışkırıyor. Oturaklı bir müzik değil, salt kurt dökmeye yarayan şarkılar var. Vokal biraz yeni model Exodus'u hatırlatıyor. Mario hoca da salt agresif bir tarza sahip. Prodüksiyon falan modern. Bunları bir araya getirince sonuna -core eklemeli bir müzik tarzına doğru gidiyoruz ama zaten okuduğum bazı yerlerde de thrashcore kelimesi geçiyordu. Bu da gariptir ki bir anda benim gibi insanlarda yüzlerin düşmesine, efendime söyleyeyim, alışma devresi geçirdiğine kendini inandırmaya neden oluyor.

Şimdi bu yazıyı yazarken eş zamanlı olarak dinlediğim albümde fark ettiğim bir özellik, gitar tonlarının Overkill'in Relix IV albümündeki kayıtları hatırlatması. Üzerinde fazla oynanmamış, çiğ bir ton yani. Biraz da böyle bir borunun öbür ucundan geliyormuş gibi bir ses. Walls of Hate'in giriş kısmında bunu fark etmek daha da kolay (zaten burada fark ettim heh heh).

Bundan öncekinden önceki paragrafta grubu kötülemiş gibi oldum ama eminim bu biraz alışma devresi gerektiren bir albüm olduğu için böyle. Daha edineli kaç ay oldu zaten bu albümü? Yoksa gayet karmaşa yaratan şarkılara sahip. Sadece vokalin tonu biraz daha temiz olsaymış, biraz boğuk geliyor işte. Sonra da gözümün önüne klibinde sert müzik yapıyor süsü vermek için kendini yerden yere atan kasıntı gruplar geliyor. Eminim SKH öyle değildir tabi, ama bir de canlı canlı izlemek lazım. Ama bir de loca bulmak lazım, zira sahne önündeki seyircilerin ortasında bulunmak bu grubun konserleri için her babayiğidin harcı olmayacaktır heh heh.

Şarkılara tek tek değinme ihtiyacı duymuyorum her zamanki gibi, zaten yazacak bişey bulamayınca yazıyı uzun gösterme amacı güttüğüne inanırım bu tekniğin heh heh. O bakımdan yavaş yavaş son cümlelere geleyim. Öncelikle SKH bir proje grubu değilmiş, ilerleyen zamanlarda daha fazla aktivite göreceğiz yani. Hatta her an yeni bir albüm gelebilir kendilerinden, hazırlıklı olmak lazım. Ama tabi aynı elemanlar olmayacak. Tim Mallare kendisini müzik endüstrisinden emekliye ayırdığı için onun yerine Tony Ochoa, Derek Tailor'ın yerine Dave Bizzigotti ve Mario'nun yerine de Bob Barnak gelmiş. Bu adamları ben de tanımıyorum ama Dave, eski death metal grubu Ripping Corpse'ta çalmış zamanında. Yeni albüm gelene kadar Acts of Insanity ile duvardan duvara yuvarlanalım hep beraber.

  1. "Walls of Hate" – 4:12
  2. "Setting Me Off" – 4:19
  3. "Violence Breeds" – 3:32
  4. "Enemy" – 4:12
  5. "Won't See Fear" – 4:33
  6. "Face the Pain" – 4:26
  7. "Revelations at War" – 4:01
  8. "Not for Me" – 3:15
  9. "Repent" – 3:41

Exodus - Shovel Headed Kill Machine

19 Şubat 2008 Salı

Rob Dukes - Vokal
Gary Holt - Gitar
Rick Hunolt - Gitar
Jack Gibson - Bas
Paul Bostaph - Davul

Müjdeler olsun nihayet alıştım Rob Dukes'e. Ya da daha doğrusu 2000'lerdeki Exodus'a. 90'ların ikinci yarısında 1-2 yıllık konserlerle geçen aktivitelerinin dışında ortalarda görünmeyen grup 2001'de tekrar birleşip türlü badireler atlattıktan sonra (misal Paul Baloff'un ölümü) 2004'te Tempo of the Damned ile geri dönmüştü. Eski kayıtların yanında bir fark vardı ama çıkaramadım ne olduğunu. Neyse işte o albüme de alıştım nihayet ama nasıl olsa ileride bir de Tempo of the Damned yazısı yazarım diye alıştığım şeyi Rob Dukes'e kıvırıyorum.

Rob Dukes'e kıvırıyorum. Çünkü Exodus'u ilk "gördüğüm" zaman, Now Thy Death Day Come klibiydi ve benim tahmin ettiğim Exodus'tan çok farklıydı. Bir kere beklediğim şey yavaştan kırışıklıkları başlayan amcalardı. Sonra tabi daha oturaklı, daha akıcı bir müzik, daha temiz (ama hala kart) vokallere sahip olan bir grup idi benim beklediğim. Bunların yerine modern thrash metal grupları görünümünde (kötü bişey söylemiyorum, benim giyimim de grup logolu tişörtlere sahip olmamam dışında buna yakın şeyler), özellikle de thrash metal gruplarından pek beklemediğim irilikte bir vokaliste sahip bir grup gördüm. Thrash metalde vokalist dediğin ince olacak arkadaş! Heh heh.

Gel zaman git zaman 80'lerdeki albümlerini artık ezberledikten sonra tekrar günümüz dönemindeki Exodus'a kendim için bir şans daha verdim ve nihayet "geçer" dedi bünyem kendilerine. Bunda tabi gerçekten aşırı sert şeylere ihtiyacım olduğu zamanlara denk gelmesinin de payı var. "Hoaaa çok sertim ben!" gibisinden bir mesaj vermek için demiyorum, aşırı stres ve sinir sahibi olunduğunda bu bir müzik zevki olmaktan çıkıyor, adeta bir ihtiyaç haline geliyor. Shovel Headed Kill Machine ise bu ihtiyacı fazlasıyla karşılayacak kadar "ağır" bir albüm. Bu ağırlık ilk zamanlarda albümün akıcılığını görmemi engellemişti ama hakkını vererek dinlediğimde gayet akıcı olduğunu gördüm. Ayrıca yine gayet, akılda kalıcı kısımlara da sahip. İkinci şarkı Deathamphetamine'in salt bas ve davuldan oluşan girişini kim unutabilir ki 1-2 dinlemeden sonra? Albümle aynı adı taşıyan şarkının nakaratında bütün kadronun birden "Shooovel heaaaded!" diye bağırması hele ki albüme adını verirken nasıl akıldan çıkabilir ki? Daha çok yer var ama herkesin akılda kalıcı bölümü kendine, burada albümü dinlediğimi kanıtlamaya çalışmıyorum heh heh.

Gruba katılmadan evvel iki aydır California'da gitar teknisyenliği yapan Rob Dukes'ün hikayesi de çok ilginç. İlk zamanlar onların da teknisyeni görevini üstleniyor, ta ki Steve Souza kovulana kadar. Zaten ekipten bir tek onunla anlaşamıyormuş. Bundan önceki albüm Tempo of the Damned dolayısıyla ikisini karşılaştırmak gerekirse, aslında yaklaşık olarak benzer stillere sahiplermiş meğer (tabi ki Souza'nın Tempo of the Damned'deki tarzını diyorum, öncesiyle alakası yok Rob Dukes'ün). Bunu da şimdi anladım heh heh. Bazı yerlerde neredeyse brutale kaçacak bir sesi var Rob'ın. Özenli değil, salt bağırma üzerine. Zaten kendisinin yetişmesi de bu şekilde olmuş, temiz vokallere hayranlık duymasına rağmen (Iron Maiden misal) hiç bir zaman bunu beceremeyeceğini bildiğinden bizim taraflara geçmiş (öhöm açıkçası ben de brutale yakın şarkı söylüyorum o yüzden "bizim"). Yine de thrash metalde çok da alışık olduğumuz bir tarz değil, aklıma daha çok sonu "core" ile biten müzikleri getiriyor. İlk zamanlar belki de kendisinin varlığına soğuk bakmamın nedeni bu olsa gerek. Tabi bir de Now Thy Death Day Come'ın giriş kısmının aklıma bunu getirmesinin ve albümde bazı bölümlerin bu şekilde olmasının da payı var.

Albümdeki şarkıların hepsi de birbirine yakın şeyler. Hepsi de muazzam ağırlıkta, en fazla hızları farklılık gösteriyor. İki gitar bir bas bir davul dörtlüsünden başka bir enstrümana hiç yer verilmemiş, değişik gitar tonları neredeyse hiç denenmemiş (kaçırdığım yer olabilir diye "neredeyse" diyerek pay bırakıyorum). Albümün başından sonuna kadar ortalık dağılıyor resmen. Üstelik kapağı da aynen destekliyor bu olayı. Gerçekten şahane bir kapağı var, zaten albümü dinle(ye)mediğim zamanlarda bile baya sevmiştim çalışmayı. Mix ve mastering koltuğunda "efsane prodüktörler" arasında gösterilen Andy Sneap var. Davulda Forbidden, Testament ve Slayer'dan tanıdığımız Paul Bostaph var, Gary Holt ve Rick Hunolt gibi eskiden beri bildiğimiz gitaristler var.

Birkaç ay evvel bu albüm hakkında böyle şeyler yazacağımı söyleseler güzel bir "hadi canım!" derdim ama dünya hali işte, insana neler sunduğu hiç belli olmaz. Dinlemediyseniz bir deneyedurun siz, ben de bu sırada Karma's Messenger dinleyerek koşturmaya başlayayım yavaştan. Bir metal klişesi olan "Vengeance is mine!" cümlesi hiç bu kadar güzel olmamıştı.

  1. "Raze" – 4:17
  2. "Deathamphetamine" – 8:31
  3. "Karma's Messenger" – 4:15
  4. "Shudder to Think" – 4:49
  5. "I Am Abomination" – 3:25
  6. "Altered Boy" – 7:37
  7. "Going Going Gone" – 4:59
  8. "Now Thy Death Day Come" – 5:11
  9. "44 Magnum Opus" – 6:57
  10. "Shovel Headed Kill Machine" – 2:57
  11. "Purge the World" – 4:01

Obituary - Back From the Dead

16 Şubat 2008 Cumartesi

John Tardy - Vokal
Donald Tardy - Davul
Trevor Peres - Gitar
Allen West - Gitar
Frank Watkins - Bas

Severim Obituary’i. Ara sıra hep aynı şeyi farklı kolajlarda sunuyorlarmış gibi gelse de güzeldir, taş gibidir. Daha sadece Slowly We Rot’u dinlemiş, biliyorken kasetini aldığım Back From the Dead gayet doyurucu gelmişti. Çok gaz bir girişi vardı zaten Threatening Skies ile. Ama ondan sonra gelen iki şarkı da aslında ilk şarkı sıfatını hak edecek gibiydi. Ya da albüm tam 3 kez başlıyordu. Daha sonra nihayet kıvama geliniyordu, bir istikrar… Yani demek istediğim ilk üç şarkı fabrika şekli çiziyorsa, son şarkı Back From the Dead’e kadar dümdüz ilerliyordu albüm dördüncü şarkıdan itibaren. Sonra bir de bonus şarkı vardı, Bullituary diye. Bully Boys adlı rap grubuyla düet yapmışlardı. İlk başta tabi doğal olarak “hop noluyoz ne iş rap falan?” demiştim doğal olarak. İkinci şarkı By the Light’ın ana rifi ve nakaratlarıyla aralara rap vokalleri eklenen bir düetti, zamanla hoşuma gitmeye başladı. Zira Six Feet Under’ın True Carnage adlı albümündeki One Bullet Left’te de bunun bir örneğine rastlıyoruz. Zaten bu iki grup kardeş grup sayılır, Back From the Dead albümünde SFU’nun ilk albümü Haunted’daki riflere rastlamak mümkün, o zamanın ortak gitaristi Allen West dolayısıyla. Özellikle yine By the Light albümünde görünüyor bu ortak rifler.

Obituary’nin en vurucu kırıcı, devrimci albümü değil bu Back From the Dead ama güzel bir albüm, bir oturuşta dinlenebiliyor. John Tardy’nin sesini taklit edemediğimizden ağzımızı oynatarak ya da nefesimizle eşlik ediyoruz sözlere falan.

  1. "Threatening Skies" – 2:19
  2. "By the Light" – 2:55
  3. "Inverted" – 2:53
  4. "Platonic Disease" – 4:06
  5. "Download" – 2:45
  6. "Rewind" – 4:03
  7. "Feed on the Weak" – 4:15
  8. "Lockdown" – 4:11
  9. "Pressure Point" – 2:25
  10. "Back from the Dead" – 5:12
  11. "Bullituary" (Remix) – 3:43

Discharge - Never Again LP

70’lerin sonunda kurulup 80’lerin ilk yarılarında meyvelerini vermeye başlayan punk grupları arasında Discharge da vardır. Evet çok şaşırtıcı! İki saattir bu yazıya giriş yapacak cümleyi arıyorum ama bir türlü bulamıyorum. Çünkü 7/24 Discharge ve Misfits dinlediğim dönemler geçeli baya bir haftalar oldu. Of neydi o günler yahu (yıllar öncesini anlatıyorum sanki). Herkes inanılmaz geniş bir çevrem olduğundan bahsediyordu ama neredeyse hiçbirisi selamlaşmak dışında bir hayra vesile olmuyordu. Kazık üstüne kazık… Satış üstüne satış… Bunlar hep insanın kendine yönelmesini sağlayan şeyler. Egoizmin doğduğu, diğer hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamamanın başladığı süreçler.

Şimdi anlattığım süreçte ne dinleyeceğim peki? Bıkkınlık gelmiş artık sinirlenince eldeki en sert metal albümüne koşmaktan. Onlar bile bir meşgaleyle ilgililer o sertlikte. Bu durumda imdadıma cover albümler yetişti. Slayer’ın Undisputed Attitude’undan Minor Threat ve Verbal Abuse’u, Overkill’in Coverkill’inden Dead Boys’u, Metallica’nın Garage, Inc.’inden ise Misfits ve Discharge’ı keşfettim. Aslında daha evvelden keşfetmiştim ama meyvesini yemek o döneme denk geldi. 2 hafta boyunca neredeyse sadece Discharge dinlemiştim (aralardaki Misfits’i saymazsak). Bunun nedenleri ve etkileriyse bu yazının konusunu oluşturacak zaten.

Discharge’ın diskografisinin büyük bir bölümü adı üzerinde deşarj olmaya yönelik. Bir tek kanımca hair metal denedikleri Grave New World albümünde böyle değildi, bir de deşarj tadını bundan sonraki hiçbir albümde alamadım şahsen (bunlarda da yamulmuyorsam crossover thrash’e geçiyorlar). Yani kısacası Grave New World öncesi müzikleri neredeyse aynı ve bir sürü EP ve demo ile dolu. Yine bir punk karakteristiği olarak bir şarkıda ortalama 4-5 rif dönüyor, Discharge’da bunun yanında her daim yüksekten uçan bir vokal var. Sürekli bağırarak, haykırarak söylüyor vokalist arkadaşımız. Müziğin gürültülü yapısına bu vokaller de eklenince ortaya gerçekten deşarj olmaya müsait bir şey çıkıyor.

Bu Never Again LP’si aslında tam olarak normal bir albüm değil. Yani aslında bir derleme olarak çıktı. Bir sürü EP ve demoyu bir araya getirdi, şarkıların çoğu bir arada kaldı. Zira mesela bu derlemeyle aynı adlı bir demosu da bulunur Discharge’ın. Kısacası bu albüm daha çok grubun kariyerinin ilk kısmını özetler nitelikte sayılır. Hoş, bu yazıda da albümden ziyade grubun kariyerinin ilk kısmının müzikal karakteristiğini anlattım ben de zaten. O zaman tanıdık şarkılara bakalım bir de. Mesela benim keşif kaynağım olduğundan ilk olarak Metallica’nın coverından tanıdığımız The More I See var bu derlemede. Sonra At The Gates denen grup The Nightmare Continues’u coverlamış, merak ettim bir ara arşivden çıkarıp bakayım. Anthrax ise Protest & Survive’ı coverlamış. Diğer göze batan şarkılarsa, özellikle en ortalığı dağıtanları seçeceğim, Never Again, Hear Nothing See Nothing Say Nothing, Doomsday ve yine adı geçecek ama The Nightmare Continues. Yazının girişindeki gibi şeyler size de olduysa özellikle bu şarkılara bakmadan geçmeyin. Ya da doğrudan bir doz bu derlemeden alın. İyi gelir.

  1. Warning
  2. Never Again
  3. Hear Nothing, See Nothing, Say Nothing
  4. The Nightmare Continues
  5. Where There Is A Will
  6. Drunk with Power
  7. The Final Blood Bath
  8. Anger Burning
  9. Two Monstrous Nuclear Stockpiles
  10. The Price Of Silence
  11. Protest And Survive
  12. Born To Die In The Gutter
  13. Doomsday
  14. The More I See
  15. State Violence State Control
  16. In Defense of Our Future
  17. Decontrol

Verbal Abuse - Just an American Band

Nicki Sicki - Vokal
Eric "Joie" Mastrokalos - Gitar
Brett Dodwell - Bas
Gregg James - Davul

İşte baya kısa bir albüm, sadece 16 dakika. Evet, bu bir EP değil. Ama söz konusu tarz hardcore punk olunca sorun da değil. Tek sorun, albümü dinlerken yazmak gibi bir olaya girdiğimde yazının yarısına gelene kadar albümün çoktan bitmesi. İşte ya, o kadar kafa patlatıyorum ben bu yazılara heh heh.

Verbal Abuse 80’lerin başında kurulan, ileriye çokça etkide bulunmuş bir grup. Slayer’ın Undisputed Attitude adlı albümünde keşfettiğim hardcore punk müziğin en mühim gruplarından biri. Bu yazının konusuysa 1983’te çıkardıkları Just an American Band albümü. Gayet tanıdığım bir albüm aslında, 5 şarkısını Slayer’dan duymuştum zaten. Diğerleri de o kadar kısa ki kolayca akılda kalabiliyor. Çoğu şarkı o kadarcık süreye çok şey doldurmaya çalışırcasına baya hızlı.

Hiçbir estetik kaygı gütmeden, sadece rahatsız olduğu şeylere giydiren bir müzik beklenir tabi tarzının hardcore punk olduğu okununca. Bu albüm ta kendisi işte. Genç, hakkını arayan (arıyordur belki ne bileyim, güzel bir sıfat-fiil (ortaç ortaç… heh heh) bu aslında punk için), 16 dakika boyunca hiç susmayan ve lafını esirgemeyen bir albüm bizzat. Vokaller bazen yaramaz bir çocuğu andırıyor, ama anlatmak istediği isyana güzel bir katkıda bulunuyor. Yaygara koparmaca falan…

İnsanın kendini ara sıra nihilist hissettiği zamanlarda dinlerken ayrı bir keyif alacağı bir albüm Just an American Band. Özellikle Slayer’dan bildiğimiz I Hate You, Disintegration, Free Money, Verbal Abuse ve Leeches’ın yanında Don’t Need It, Boredom, Social Insect gibi şarkılar her şeyi bir kenara atıp kendini düşünen şarkılar. Beste kalitesi, prodüksiyon falan tartışılır bilenler arasında ama bu albümle güzel anılar geçirdiğimden söyleyebilirim ki, çok samimi bir şey Just An American Band. Bulun dinleyin, ben gerisine karışmıyorum.

  1. Power Play – 0:55
  2. Leeches – 1:13
  3. I Hate You – 2:05
  4. Social Insect – 0:55
  5. Boredom – 1:29
  6. Bud – 1:22
  7. Disintegration – 1:08
  8. Unity – 0:57
  9. Free Money – 1:08
  10. I Don't Need It – 1:46
  11. Verbal Abuse – 1:02
  12. American Band – 2:22

Marduk - Panzer Division Marduk

Legion - Vokal
Morgan Steinmeyer Hakansson - Gitar
B. War - Bas
Fredrik Andersson - Davul

Melodik death metalin anavatanı sayılabilecek olan İsveç topraklarında, tabi ki Kuzey Avrupa dahilinde olmasının da Norveç’e yakınlığı sebebiyle, Marduk gibi büyük black metal grupları da yetişebiliyor. Muazzam belgeselvari bu cümleyle başlayan yazıdaysa, Marduk’un nadir beğendiğim albümlerinden birisini tanıtacağım, Panzer Division Marduk (öteki beğendiğim albümse World Funeral). Açıkçası pek Marduk dinlemem. Hatta daha doğrusu birkaç grubun birkaç albümü hariç (Darkthrone’u tamamen severim, o ayrı) pek black metal de dinlemem. O bakımdan Panzer Division Marduk benim gözümde daha da değerli bir hale geliyor. Bir kere zaten kaseti var bende, yanlış hatırlamıyorsam hatta aldığım ilk black metal kaseti bu. Üstelik kasetin bir yüzüne sığmış, B yüzüne gelince albümün başına gelmiş oluyorduk. İlk defa karşılaştığım bir olaydı, “8 şarkı geçti hala B yüzüne geçmedik yahu” dememin nedeni olan bir kasettir bu.

Panzer Division Marduk dediğimiz albüm bir konsept albüm. Savaş teması üzerine kurulu, tabi ki İkinci Dünya Savaşı. Albüm kapağından şarkı aralarındaki ses parçalarına, sözlere, oradan da müziğin ta kendisine kadar her yer savaşa bezenmiş durumda. Daha doğrusu savaşın ta kendisine, çatışma, toz duman ve ölümcüllüğüne. Bütün albüm boyunca tempo neredeyse hiç düşmüyor, düştüğü zamanlarsa çok nadir ve çok daha yüksek bir tempoya hazırlanma amaçlı. Davullar kullanmayı çok sevdiğim bir tabirde, “ta ta ta ta ta” şeklinde gidiyor bütün albüm boyunca. Adeta kafaya kafaya vuruyor. Kulaklıkta yüksek bir sesle dinlenince süresi olan yarım saatin sonunda inanılmaz sersem ediyor. Ama hiç dert tasa, sinir stres falan da kalmıyor bünyede.

Bu güçlü albümün kadrosu, Marduk’un gelmiş geçmiş en iyi kabul edilen kadrosuyken, üstüne bir de prodüksiyonda Peter Tagtgren usta eklenince ortaya çıkan şeyin kalitesi döve döve kendini kabul ettiriyor. Albüm muazzam şiddetli ya, o bakımdan. Zaten dinlerken anlıyorsunuz kaliteyi, ama künyeyi incelediğinizde dayağı da yiyorsunuz. Eğer black metalden kastınız böyle atmosferik, melodik bir şeyler değil de ekstrem metal sınırları dahilinde olan şeylerse bu albümü sevmemek… Tamam tamam, tercihtir, saygı duyarız sadece heh heh.

  1. "Panzer Division Marduk" – 2:39
  2. "Baptism by Fire" – 3:51
  3. "Christraping Black Metal" – 3:46
  4. "Scorched Earth" – 3:37
  5. "Beast of Prey" – 4:07
  6. "Blooddawn" – 4:20
  7. "502" – 3:14
  8. "Fistfucking God's Planet" – 4:28

Dr. Skull - Wory Zover

15 Şubat 2008 Cuma

Murat Baştepe - Vokal, gitar
Murat Ersöz - Gitar
Mustafa Erman - Bas
Alper Yarangümeli - Davul

Eski yerli gruplardan bahsederken niyeyse hep efsaneleştiriyorum olayı, ama elimde değil, Dr. Skull da muazzam mühim bir gruptu ülkemizde. 1983’te Ankara Fen Lisesinde okuyor grup elemanları, o zamanlar grubun adı sadece Skull. Bunların hepsi birden (1-2 yıl aralarla tabi) Hacettepe Tıp’ı kazanınca grubun adının önüne bir adet “Dr.” koyuyorlar. Sonra gelsin performanslar, besteler. İlk albümleri, bu yazının da konusu olan Wory Zover geliyor 1990 yılında. Sonra 1992’de Rools 4 Fools, 1994’te ise Hershey Yolunda albümlerini yayınlıyorlar. Sonuncusunda vokalist değişiyor, tarz da biraz değişiyor, daha çok punka kayıyorlar tek gitara döndükleri için. İlk iki albümün kapağının kahramanı, grubun maskotu kafatası Vehbi. Kapaklarda görünmenin yanında konserlerde davulun önünde de durarak Dr. Skull’a eşlik ederdi. Bir de Wory Zover kapağındaki albümle aynı adlı kurbağayı da unutmamak lazım.

Wory Zover’a gelelim tekrar. Muazzam şarkı War is Over ile başlıyor. Başındaki kaset hışırtısı hiç gitmiyor, eski kayıt adeta bütün albüm süresince bir avantaj olarak beğenimize beğeni katıyor dinlerken. Sonrasında gelen şarkılar birçok öğeyi taşıyor, heavy metal, hard rock, punk, rock’n roll… Özellikle albümün sonundaki iki şarkı var ki hem çok eğlenceli hem çok serseri. Rock the School ve Everyday Everynight’tan bahsediyorum. Birinde okulu sallıyor, hocaları döndürüyoruz, öbüründeyse elimizde sustalı, topluca dövüşe gidiyoruz. Hele hele şarkının bir girişi var ki insanın nara atası geliyor. Ortalarındaysa grubun çeşitlilik dahilindeki yapısı boy gösteriyor ve gitarlar bir anda punktan reggaeye geçiyorlar. Sonra tekrar normale dönmek falan…

Albümde daha şarkı olmaz olur mu azizim? Ama tanımlamak o kadar zor ki her birini. Mesela Let Me Go gibi bir şarkı gayet yavaş başlayıp ikinci yarısından sonra hafif tempoda insanı hareketlendiriyor. Konserlerde insanlar eminim bu kısımda kol kola girip sağa sola sallanıyorlardı. Sonra Baby ve Lonely Nights var romantik şarkılar. Duygusal demiyorum çünkü her bir şarkı belli bir duygu yüklü. Evet son iki şarkı da dahil buna. Zaten teknik olarak ruha sahip şarkıları öyle seslendiriyor ki o tiz ve cılız sesiyle Murat Baştepe, müziklerinin tadına doyum olmuyor.

Tutku, isyan, keyif, yolculuk, özlem ve en önemlisi rock’n roll bu albümün içinde fazlasıyla var. Eski nesilden dinlemeyen kalmamıştır herhalde, o zaman yeni neslin de kaçırmaması lazım diyelim. Vehbi’siyle, doktorluklarıyla, kelime oyunlarını seven yapısıyla en karakterli grupların başında gelen Dr. Skull’ı saygıyla selamladıktan sonra bir diğer yazıya geçene kadar elim cebimde bekliyorum sevgili okurlar.

  1. "War is Over"
  2. "The Gate Of Bradenburg"
  3. "No Time To Waste"
  4. "Let Me Go"
  5. "On The Road"
  6. "Lonely Nights"
  7. "Baby"
  8. "Rock The School"
  9. "Everday Everynight"

Alice Cooper - School's Out

Alice Cooper - Vokal
Glen Buxton - Lead gitar
Michael Bruce - Ritm gitar, klavye
Dennis Dunaway - Bas
Neal Smith - Davul
Ryan Gains - Ek gitar
Dick Wagner - Lead gitar ("My Stars" adlı şarkıda)

Alice Cooper garip bir adamdır benim için. Kendini bana çoğu zaman dinletemez, müzikçalarımın rastgele modunda denk geldiğinde genellikle şarkıyı değiştiririm, School’s Out ve Trash dışındaki albümlerini baştan sona çok nadiren dinleyebilirim. Ama niyeyse bu adamın adı geçtiğinde şöyle bir durur önümü iliklerim. “Ooo orada dur bakalım azizim” falan derim. Roadie adlı film onun sayesinde aklımdadır her ne kadar izleyemesem de (zamanında CNBC-e’de yayınlanmıştı). Metal: A Headbanger’s Journey adlı belgeselde röportajlarını en beğendiğim kişi olmuştu, özellikle Norveçli black metalcilerle dalga geçtiği kısımda koparmıştı beni. Twisted Sister kliplerine bakınırken “Be Chrool to Your Scuel” şarkısında onu da görünce havamı bulmuştum, sesini duyunca tüylerim dikenleşip duygulanmıştım.

İşte bana böyle ifadelerde bulunan bir adamın sadece iki albümünü sıkılmadan dinleyebilmem biraz garip. Zaten School’s Out da daha fazla sevdiğim albümü Trash’ten. Taa 1972’de çıkmış School’s Out albümü. 24 yaşında o zamanlar Alice amcamız. Baya öğrenci usulü bir albüm hazırlıyor bizlere. Okula isyan, hocalara isyan… Gitsin defterler gelsin tatil… Okuldan ayrılıyoruz, sınıf arkadaşlarıyla vedalaşıyoruz falan. Ayrıca arada çok güzel şarkılar da var. Luney Tune, Gutter Cats vs The Jets, Street Fight şeklinde artarda gelen şarkılar çizgi film atmosferine sokuyorlar ortalığı (bu yorumu sözlerini okumadan yapıyorum, olası bir ters köşede savunmam hazır heh heh). Public Animal #9’da evcilliğimizi bir süreliğine kaybediyoruz, hırlıyoruz falan. Çok eğlenceli şarkılar hep bu albümde. Alma Mater bir tek dramatik bir şarkı, o da sınıf arkadaşlarına veda etmekten dolayı. Merak etmeyin sözlere dikkat edince baya bir tüyler diken diken oluyor, salıveriyorsunuz kendinizi.

Alice Baba’nın son zamanlardaki müziğini pek beğenmesem de, 90 öncesi albümlerinin 2 tanesi dışındakileri neredeyse hiç dinlemesem de Alice Cooper hala çok büyük bir müzisyen, School’s Out da hala klasikler arasında yerini alması gereken bir albüm. Aldı mı bilmiyorum onu otoritelere sormak lazım heh heh.

  1. "School's Out" – 3:26
  2. "Luney Tune" – 3:36
  3. "Gutter Cats vs. the Jets" – 4:39
  4. "Street Fight" – 0:55
  5. "Blue Turk" – 5:29
  6. "My Stars" – 5:46
  7. "Public Animal #9" – 3:53
  8. "Alma Mater" – 4:27
  9. "Grande Finale" – 4:36

Possessed - Seven Churches

Jeff Becerra - Vokal, bas
Larry LaLonde - Gitar
Mike Torrao - Gitar
Mike Sus - Davul

Metal dünyasında ilkler her zaman dedikodulara kalmıştır. Mesela death metalde bu durumun dedikodusu Possessed’e gider. İlk death metal grubu onlardır çeşitli görüşlere göre. O da aslında daha çok vokal tarzından dolayı. Müzik açısından bakıldığında thrash metal ağırlıklı olarak gidiyor Possessed, muhtevası Venom ile yarışıyor, vokal dolayısıyla death metal deniyor… Nedir bu azizim bir türlü anlayamadım ben bu grubu.

Seven Churches ismi sadece bu albümün adı olarak değil, aynı zamanda demosunun adı olarak da geçiyor. Yaklaşık aynı şarkılar olmasına rağmen kaydı daha kötü olarak tabi.

Albümden kısa parçalar şeklinde tadımlık sunulduğunda kesinlikle daha bir ortalığı yakıp yıkan bir müzik olduğu hissediliyor ama kesintisiz albüm şeklinde dinlendiğindeyse niyeyse aynı tat alınamıyor. Ama yine de şarkılarda bir acele var, bazı yerler olması gerekenden daha hızlı çalınıyor gibi. Olsun, sanırım o ortalığı yakıp yıkan etki bunlardan kaynaklanıyor. Sesin biraz da yankılı gelmesi de buna katkıda bulunuyor tabi. Vokal biraz Chuck Schuldiner’ı hatırlattı bana. O zaman Possessed’e death metal diyenlere aşırı dozda abes muamelesi yapmayayım yine heh heh.

Albümde en bomba şarkılar bana göre Pentagram ve Death Metal. Üstelik Death Metal daha da bir bomba. En sonda bulunduğu için albümün sonunu da iple çektiriyor kerata. Tabi bunu söyleyince albümün geri kalanını doğrudan çöpe atmış gibi oluyorum ama dur bakalım Possessed henüz yeni sayılır benim dinlediklerim arasında.

  1. "The Exorcist" – 4:51
  2. "Pentagram" – 3:34
  3. "Burning in Hell" – 3:10
  4. "Evil Warriors" – 3:44
  5. "Seven Churches" – 3:14
  6. "Satan's Curse" – 4:15
  7. "Holy Hell" – 4:11
  8. "Twisted Minds" – 5:10
  9. "Fallen Angel" – 3:58
  10. "Death Metal" – 3:14

Athena - One Last Breath

Gökhan Özoğuz - Vokal
Hakan Özoğuz - Gitar
Asrın - Bas
Turgay Gülaydın - Davul

Sokaktaki adama sorsanız “Athena’nın ilk albümü nedir hocam?” diye, muhtemelen size “Holigan” cevabını verecektir. Eğer bunun yerine “One Last Breath” derse kendisine bir çay ısmarlayın, 90’ların başındaki yerli metal müzikten bahsettirin kendisine. Bundan sonrası sınamak için değil, bilgi dağarcığınızı genişletmek için. Tabi Athena’nın ilk albümünü doğru bilen herkes o dönemi yalamış yutmuş olmak zorunda değil ama olsun şansınızı deneyin siz.

1993’te çıkan kasetin kapağı tam bir efsane. Saçlar zaten muazzam, içeride cayır cayır punk müzik olduğunu söylüyor ama aslında punk ağırlıklı thrash metal demek daha doğru. 11 tane şarkı kaydetmişler bu albüm için, bunların içinde en çok öne çıkansa Bazil tabi ki. Albümden önce barlarda çaldıkları zamanlarda bu şarkıyla ortalığı çok karıştırmışlar. Sonraki Holigan albümünde de kullandılar zaten, imzaları gibi bir şey. Her tarafından sonuna kadar enerji fışkırıyor. Sonra öne çıkan neler var, Thrash Till the End var mesela. Bugünkü hallerini düşündükten sonra biraz trajikomik bir şarkı olarak kalıyor ama olsun. Albümde emeği geçen ama o dönemde askerliği sırasında PKK ile girdiği çatışmada şehit olduğu için albümü göremeyen Ümit Yılbar’a ithaf edilen bir The Trap adlı şarkı var. Giriş kısmında stüdyodan diyaloglar geliyor, Bazil ile birlikte albümde Türkçe olan yegane yer.

Diğer şarkılara değinmedim çünkü aslında albümü adam gibi dinlemedim. Niyeyse biraz depresif bir albüm gibi geliyor bana, ondan sürekli dinleyemiyorum. Ama bu listeye girmesi lazım, en azından birkaç kişiye daha “Athena eskiden böyleydi işte azizim” demek için.

  1. Volvera
  2. Make My Stand
  3. Dr. Jekyll & Mrs. Hyde
  4. Bazil
  5. Serpent And The Rainbow
  6. Derived
  7. One Last Breath
  8. The Soothsayer
  9. In The Dreams
  10. Trash Till The End
  11. The Trap

Dismember - Indecent & Obscene

14 Şubat 2008 Perşembe

Matti Kärki - Vokal
David Blomqvist - Gitar
Fred Estby - Davul
Richard Cabeza - Bas
Robert Sennebäck - Gitar

Hmm Dismember. Bakıyorum, taa iki sene evvel Boo!'nun ilk tanıtmışım bu albümü. Hatta o sayı şu an yayında olmadığı için tabi kısa kesmem biraz kötü olur. Aynısını da kopyalamayayım canım, iki yılda insanın kafası baya bir değişebilir. Sırıtır diğer yazıların yanında.

Dismember’ın dinlemem gereken iki albümü daha var aslında. Biri Death Metal, diğeriyse kasetini daha yeni aldığım Like an Ever Flowing Stream. Grubu daha iyi tanımak için azizim. Sadece okumak da bir yere kadar. Ama Death Metal’i dinleme teşebbüslerim sıkılmakla sonuçlandı niyeyse. Üstelik bu durumla alakası var mıdır bilmem ama Indecent & Obscene’i de dinlemeyeli baya olmuş. Hatırladığım kadarıyla tonu baya kirli bir albümdü. Matti Karki adlı vokalist arkadaşımızın sesi tam brutal olmamakla birlikte, yine de death metal kategorisine giren bir nitelikteydi. Kapaktaki açık kalp ameliyatının modelinin davulcu Fred Estby olduğunu tahmin ediyorum ki doğruysa şamaroğlan olmuş demektir. İçerideki fotoğrafı da çarmıha geriliydi. Diğer elemanların fotoğrafları hep konser performanslarındandı böyle.

Kasetten çıkan kağıdı (booklet denen şey hani) bırakıp müziğe dönelim yine azizim. İsveç’in kendine özgü bir death metali vardır ya hani, işin içine melodi de katarlar Florida usulünün aksine. İsveç ekolünün melodik müzik yapan bir çok grubu ek enstrümanlar da kullanmasına rağmen Dismember müziğinde ekolünün getirdiği melodikliği bildiğimiz 2 gitar 1 bas 1 davul kadrosuyla yapıyor. Sololar çok damar, tonu da baya kalın. Ritimlerle bir tezat oluşturmuş böyle. Dramatik karaktere sahip hep. Hele son şarkı Dreaming in Red’in bitiş kısmında koparıyor olayı resmen. Şarkıların havası da biraz dramatik gibi ki genelde haykırmalarla geçiyor. Hatta bu yüzden o yazdığım ilk yazıda “insan bir balon gibidir” benzetmesini yapmıştım. “Anlamsız bir benzetme olmuş azizim” demekte serbestsiniz ama Matti abimiz yükseklerde geziyor.
  1. "Fleshless" – 2:58
  2. "Skinfather" – 3:51
  3. "Sorrowfilled" – 4:09
  4. "Case & Obscene" – 3:38
  5. "Souldevourer" – 3:39
  6. "Reborn in Blasphemy" – 4:49
  7. "Eviscerated (Bitch)" – 2:20
  8. "9th Circle" – 4:34
  9. "Dreaming in Red" – 5:20

Kardeş siteler, bağlantı değiş-tokuşu falan

12 Şubat 2008 Salı

2004 yılında sertadam.net adlı siteyle uğraşırken tabi rock&metal sitelerini sürekli takip ederdim. O zamanlar gördüğüm olay, sitelerin birbirinin içeriğinin bolluğuna ya da üye sayısına bakmadan birbirleriyle dayanışma içinde olduğuydu. Zaten azınlıkta sayılan bir topluluğuz o zamanlar (şimdi de hala aslında öyleyiz ama değiliz), birbirimizi rakip olarak görmek yerine birbirimize rakip olmak makbuldü. Her sitenin linkler sayfası neredeyse birbiriyle aynıydı. Aynı gruplar, aynı portallar...

Şimdi sertadam.net'i ilk açtığım günün üzerinden 4 yılı biraz geçmiş durumda, bakalım sitelerin yaklaşımında bir değişiklik olmuş mu? Burası o zamanki "her yerde aynı linkler" geleneğinin sürdürülmeye çalıştığı yer.

Tabi doğal olarak buraya bağlantılar ikili e-postalı görüşmelerle birbirinden haberli olarak konur. Dolayısıyla şu an bu sayfa taslak sayılır. Eğer karşılıklı bağlantı ya da bağlantılı resim değişimi yapmak istiyorsanız aşağıya yorum olarak girin, zaten yorumlar yayınlanmadan önce benim onayımı beklediği için bu yorum aynı zamanda bana mesaj atmak ile aynı anlama gelir. Unutulmaması gereken olay benim size geri dönebilmem için bir e-posta adresi yazmanızdır. Ben spam paranoyağı bir eleman olduğumdan halka açık olan bu yerde e-posta adresimi yazmıyorum heh heh. Buradaki bağlantılar resim ya da metin şeklinde olabilir. Resim olursa kaç piksel ebatlarında olacağını henüz belirlemedim, acelesi yok.

Buraya birkaç adet bağlantı konsun hele, bu dolu muhabbeti ya silerim ya da aşağıya taşırım.

Exodus - Bonded By Blood

3 Şubat 2008 Pazar

Paul Baloff - Vokal
Gary Holt - Gitar
Rick Hunolt - Gitar
Rob McKillop - Bas
Tom Hunting - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Aralık 2007'deki yirmi dördüncü sayısı için yazmıştım.

Thrash metal denen şey Amerika'da bölgelere ayrılmıştır. New York-New Jersey, Seattle, Bay Area falan... Bakmayın bana sadece yerini yurdunu bildiğim grupların yerini yurdunu sayıyorum ben heh heh. Ama Bay Area ekolü var hiç bir tartışmaya mahal vermeyecek şekilde. Metallica, Megadeth, Slayer, Anthrax, Dark Angel, Testament, Vio-lence gibi hepsi birden bir festivale gelse o festivali en kral festivaller arasına sokacak gruplar yetişmiştir bu bölgede. Bunlardan birisi de Exodus.

Kendi içinde oldukça değişik dönemlere sahip olan bir grup Exodus. İlk zamanlar vokalde Paul Baloff vardır. Sonra grupla en çok özdeşleşen Steve Souza gelir vokal mevkiine. Ardından 93-97 yılları arası bir sessizlik... Sonra yine Paul Baloff'lu 97-98 yılları... Sonra bir 3 yıl daha dağınık durmalar... Sonra 2001'de tekrar toparlanma... 2002'de Paul Baloff'un ölümüyle Steve Souza'nın geri gelmesi ve nihayet 2005'ten beri grupta vokalde duran Rob Dukes. Sırf vokallere göre ayırmış oldum dönemleri ama bence grubun müzik tarzı vokallere göre şekillendi yıllar içinde. Mesela Steve Souza gruba ilk katıldığından itibaren bir daha o kaotik havayı duyamadım. Daha oturmuş bir müzik vardı onun döneminde. Bir de tabi her an rock'n roll yapmak üzere tetikte bekliyorduk heh heh. Rob Dukes'e ise hiç ısınamadım, tam günümüz thrashçisi kıvamında. Bu pek olumsuz bir söylem olmadı ama demek istediğim, saç sakal birbirine karışmış, bünye biraz fazla "iri" her yönden. Ses de zaten brutale yakın. Hiç bir akıcılık yok onun dönemindeki müzikte. Üstelik gitarist Gary Holt grubun bütün dönemlerinde grupta olmasına rağmen. Yani kurucu kadrodan adam hala burada ama müzikteki akıcılık kayboluyor. Ya da bana öyle geldi.

Exodus geçenlerde (2008 notu: Bu yazıyı bloga eklediğim tarihte pek "geçenlerde" olmuyor tabi heh heh) yeni albümü The Atrocity Exhibition... Exhibit A'yı piyasaya sürdü. Ama Rob Dukes ile olan döneme pek ilgi duymamam bu sıcak sıcak çıkmış albümü tanıtmak yerine taa ilk albümü tanıtmama neden oluyor. Evet, bu yazının konusu nihayet Bonded By Blood. 1985 malı bu albümde bolca hız bulmak mümkün. Prodüksiyon düşük, ses kirli, vokaller yankılı... Bunlar hep 80'lerdeki albümlerden beklediğimiz şeyler. Günümüzde aynı şeyler denense nasıl olur gerçekten merak ediyorum. Değerlendirme açısından değil, o hava yakalanır mı diye sadece. Çünkü tarzını koruyabilen gruplarda bile zamanla belli değişiklikler olabiliyor. En başta 80'lerin thrash metal albümlerindeki "kasap havası" hissedilemiyor (terimi tamamen eş zamanlı olarak uydurdum). Meşhur Metal Massacre serisinde bile bu görüldüyse yapacak bir şey yok. Evet lafı Metal Massacre'a getirdim, oradan Exodus'a bağlarım tekrar diye ama baktığım üzere Exodus hiç bir MM toplamasında yer almamış ilginçtir ki. Halbuki Bonded By Blood'daki neredeyse her şarkı oraya aday. Özellikle Metal Command ve Piranha. "Metal müziği n'içün dinlersin" diye sorulduğu zaman hemen cevaben yapıştırılabilecek bir şarkı Metal Command (Diğerleri Metal Militia, Metalstorm/Face the Slayer, Metal Heart, Metal Daze, Metal Meltdown diye gider böyle heh heh).

Bu albümün en önemli özelliği, inanılmaz derecede kaotik olması. Bunuysa ne sözlerle, ne de enstrümanlarla sağlıyor. Yani vardır bunların da katkısı ama bu albüme "kaotik" dedirten şey, geri vokallerin inanılmaz derecede yerinde kullanılması. Normalde geri vokal dediğimiz şey, çaya katılan şeker, çorbaya atılan tuz niteliğindedir. Ama burada adeta çayda ot, çorbada tarhana görevi görüyor geri vokaller. Olmazsa olmaz yani. Müzikte anlatılmak istenen yıkım, kaos, şiddet belki de bunlar olmadan anlatılamazdı. Öyle ani girişleri, ön plana çıkışları var ki, "metal müzik okulu" diye bir şey olsa, bu albüm tamamen ayrı bir ders olurdu geri vokal için herhalde.

Bonded By Blood, üçüncü şarkı And Then There Were None ile beraber akıcı bir hale gelmeye başlıyor, girişi biraz sıkıntılı olabilir ilk dinleyişler için. Ama geneline bakıldığında insanı "yıkıııııım!" diye bağırtabilecek kadar güçlü bir albüm. Geri vokal kullanımına da değindim, taşıdığı "kasap havası"na da. Geriye sadece albümü adam akıllı dinlemek kaldı sanırsam. Elinize elden geçirilmiş versiyonu geçerse albümün sonunda sizi And Then There Were None ile A Lesson In Violence şarkılarının Steve Souza'nın ağzından birer canlı kayıtlar da bekliyor olacak. Bol yıkımlı günler dilerim.

  1. "Bonded By Blood" – 3:48
  2. "Exodus" – 4:09
  3. "And Then There Were None" – 4:44
  4. "A Lesson In Violence" – 3:49
  5. "Metal Command" – 4:16
  6. "Piranha" – 3:50
  7. "No Love" – 5:11
  8. "Deliver Us To Evil" – 7:11
  9. "Strike Of The Beast" – 3:56

Kreator - Pleasure to Kill

Mille Petrozza - Vokal, gitar
Jürgen Reil - Davul
Rob Fioretti - Bas
Jörg Trzebiatowski - Gitar

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Aralık 2007'deki yirmi dördüncü sayısı için yazmıştım.

Alman metal müziğinde Accept, Running Wild, Helloween, Edguy gibi kocaman gruplar olmasına rağmen, o topraklara daha çok "üç tıraşörler"i için saygı duyarız. Sodom, Destruction ve Kreator'den bahsediyorum. Bu üçlü, ekstrem metalin bir çok alt dalına bolca etkiler yapmış. Sodom daha çok black metal gruplarını etkilerken, Destruction da bir şeylere etki katmış (kısacası sadece 1-2 şarkısını dinleyebildim, sağlıklı yorum yapamıyorum). Kreator ise hele hele ilk zamanlarındaki albümlerle death metalin özellikle muhteva kısmına bolca katkıda bulundu. Bunun en çok hissedildiği albümü ise kanımca Pleasure to Kill olsa gerek. Sözleri incelediğimizde thrash metalde bildiğimiz "savaş, yıkım, kavga" tarzı içerikten ziyade bolca kan ve vahşet içeriyor. Mesela albümle aynı adı taşıyan Pleasure to Kill şarkısının nakaratı "Açık bedeninden akan kanının rengi / bütün görmek istediğim şeydir. / Sen ölürken dudaklarından kanı tatmak / benim için zevk demektir" şeklinde. Sadece bu kısım bile grubun o dönemde death metale yaptığı etkiyi göstermeye yeter diye düşünüyorum. Tabi şimdi yukarıdaki nakaratı tüm açıklığıyla ortaya serdikten sonra medya olsun, tutucu ebeveynler veya orta yaşlılar olsun (çoğu ebeveyn orta yaşlı değil midir zaten azizim?), onlara manyak bir koz vermiş oldum. Onların baskısını üzerimde hissetmeme rağmen tuttuğum tarafı değiştirmeden yazmaya devam edeceğim.

Pleasure to Kill albümü 1986 çıkışlı ve geçenlerde ufak bir araştırma yapana kadar Kreator'un ilk albümü sanıyordum. Bu rezaleti de burada açıklama ihtiyacı hissettim ki burada bilgiçlik taslayarak yazdığım hissine kapılmayayım. Evet, Kreator'un ilk albümü 1985 çıkışlı Endless Pain albümü. Bunu yeni öğrendiğim için dinleyemedim ama okuduğum yerler bu albümün de black metalde thrash altyapısının kullanılmasına katkıda bulunduğunu söylüyordu. Her neyse, biz esas oğlanımıza dönelim. Albümde (yani Pleasure to Kill'de) inanılmaz derecede bir savrukluk var. Savruk sıfatını basketbolde oyun kurucular için kullanırlardı, olumsuz bir sıfattı. Ama ben burada olumlu bir nitelik olarak görüyorum müzik tanımlarken. Hele de tarzımız speed/thrash civarındaysa ve hele hele zaman 80'ler ise savruk olmak en temel gereksinimlerin başında geliyor. Riften rife atlamak, bu atlayışlarda müziği keskin hale getirmek... Müziğe dokunabilsek elimizi kanatacak mesela. Bu sadece gitarla da sağlanmıyor; vokaller, davullar... Bu albümde basta böyle bir göreve pek rastlamadım. Geri vokal de pek yok (bu ay tanıttığım diğer albüm olan Bonded by Blood'ın aksine). Ama bu albümde dinlediğim müzik o kadar yırtıcı, o kadar vahşi ve bir o kadar hızlı ki, az evvel girdiğim teknik muhabbetin sadece satır doldurmak amaçlı olduğunu hissettirdi bana. Çünkü müziğin tekniğinden zerre kadar anlamıyorum. Benim için birkaç terim vardır; yırtıcı, sert, vahşi, bıçak gibi, rifler manyak, davullar dıgıdıdıgıdı diye gidiyor, vokaller havada uçuyor falan... Ben böyleyim, bir de sanki son albüm tanıtımımmış gibi sıraladım. Neyse, kişisel eleştirilerini de albüm tanıtımına ekleyerek okura psikolog muamelesi yapan ilk yazar olarak tarihe geçmiş olabilirim heh heh.

Uzun lafın kısası, Pleasure to Kill birçok ihtiyacınızı aynı anda karşılayacak bir albüm. Enerjik, kendinizi oraya buraya çarparak deşarj olmaya birebir. Aşırı hızlı, oraya buraya çarpmayı hızlandırarak deşarjdan azami keyfi almanızı sağlar. Vahşi ve yırtıcı, içinizdeki zarar verme dürtüsünü buraya harcamanıza yardımcı olarak çevreye daha uyumlu bir birey olmanıza katkıda bulunur. Dolgun, bütün bunları yaparken kontrolü elinizden kaybetmemenize yardımcı olur. Savruk, kontrol elinizde olsa bile hiçbir şeyi düşünmemenize neden olur. Beş kelimede açıkladım Pleasure to Kill’i işte, daha ne? Hayırlı akşamlar.

  1. "Choir of the Damned (Intro)" – 1:40
  2. "Rippin Corpse" – 3:36
  3. "Death Is Your Saviour" – 3:58
  4. "Pleasure to Kill" – 4:11
  5. "Riot of Violence" – 4:56
  6. "The Pestilence" – 6:58
  7. "Carrion" – 4:48
  8. "Command of the Blade" – 3:57
  9. "Under the Guillotine" – 4:38

Celtic Frost - Morbid Tales

Tom Gabriel Fischer - Vokal, gitar
Martin Eric Ain - Bas
Stephen Priestly - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Aralık 2007'deki yirmi dördüncü sayısı için yazmıştım.

Hayatta her zaman belli olan bir şeyin belli olmayan bir şeyi olur. Yani bir varlık vardır, ama herkes olaya farklı bakar. Algıda seçicilik dediğimiz bu güzel söylemi konuya bağlamam gerekirse, "belli olan şey" dediğim şey burada, "Celtic Frost'un değişken bir müzik yapması". Kariyerleri boyunca her albümde yeni şeyler denemiş, bunun yelpazesini de baya geniş tutmuş bir grup -glam metale bile el atacak kadar hem de. Bu belli olan şeye kişilerin bakışı çok farklı. Grubu sevenler ya da yeniliklere açık insanlar "bu adamlar kendilerini hiç tekrarlamıyorlar ne güzel" gibi şeyler diyebilirken, özcü niteliğe sahip insanlar "bir insan bu kadar da değişmez ki, iskeleti olur!" şeklinde cümleler sarfedebilirler. Ama sonuçta belli olan şey onların "kaşif" ya da "dönek" oldukları değil, hiç bir albümlerinin birbirine benzememesidir. Bunun iyi ya da kötü olduğunu takdir etmek dinleyicilere kalmış, bizse buradan Morbid Tales'e geçelim.

Celtic Frost'un adı genellikle Venom, Bathory gibi gruplarla beraber anılır. Bunlar 90'lardaki black metal müziğine çeşitli yönlerden etkilerde bulunmuş gruplar. Ama mesela Celtic Frost'un Cold Lake albümünü dinlediyseniz "bunlar mı etkilemiş black metali?" demeniz gayet mümkün (hoş, Venom'ın Calm Before the Storm albümü için de böyle denebilir ama onlar en azından muhteva olarak bu kadar salmıyorlar). O zaman daha da eskiye bakmak gerek. Mesela ilk albüm olan Morbid Tales. Grubun en çiğ, en az senfonik albümü. İçeride karanlık bir hava da var ama, bu daha çok içine kapatmadan ziyade, kötü bir gülümsemeye sebebiyet veriyor genellikle.

Şarkıların yapıları birbirine oldukça yakın. Deney manyağı bir grubun yine de albüm bütünlüğünü koruyabildiğini gösteriyor bu. Tabi bu sonuca daha çok, sonraki albümler incelendiğinde varılabilir çünkü adamların niyeti ilk başta sabit gitmektir belki de kim bilir? Albümü ilk dinlediğimde sadece iki şarkılarını tanıyordum, Nocturnal Fear ve Circle of the Tyrants, cover denen kavram sağolsun. Bu iki şarkı da sonlarda (üstelik ikinci dediğim yeniden basımla eklendi bu albüme) ve bunlara gelene kadar bu iki şarkıyı hatırlatan bolca name duydum. Nocturnal Fear'ın kime ait olduğunu bilmesem, bir de bunu listesi yazmayan çekme kasette dinlesem CF'nin olduğunu aşağı yukarı tahmin edebilirdim yine herhalde.

Bu albüm için "bir çok black metal grubunu etkiledi" diyorlar. Özellikle de öz (hakiki Norveç) black metali. Naçizane ekstrem metal kültürümle Darkthrone'un ilk zamanlarını yakaladım bu albümde mesela. Özellikle Panzerfaust'tan birkaç şey bulmak mümkün. Gayet kısıtlı bir çeşitliliğe sahip olan öz black metal gruplarından daha da fazlasını yakalamak pek zor olmasa gerek. Tabi bunu diyen benin aklına şimdilik başka da bir grup gelmiyor.

Kirli vokalleri, ürkütücü enstrümantal bölümleri (iki tane, biri girişte öbürü Nocturnal Fear'dan hemen önce), tempolu ritmi, "kötü gülümsetici" karanlık havası ve tabi ki verdiği "bu grup bir daha böyle albüm yapmaz, dibine kadar sindireyim bari" düşüncesiyle her daim dinlemeye müsait, gayet hoş bir albüm Morbid Tales. Özellikle öz black metalin müzikal köklerini merak edenler, thrash metalden de hoşlananlar ve "tarzını yiyeyim, bana kirli bir şey ver yeter" diyenlerin kaçırmaması gerek. Tamam?
  1. "Into the Crypts of Rays" – 3:39
  2. "Visions of Mortality" – 4:49
  3. "Dethroned Emperor" – 4:37
  4. "Morbid Tales" – 3:29
  5. "Procreation (Of the Wicked)" – 4:04
  6. "Return to the Eve" – 4:07
  7. "Danse Macabre" – 3:52
  8. "Nocturnal Fear" – 3:36

Obituary - Cause of Death

John Tardy - Vokal
James Murphy - Gitar
Trevor Peres - Gitar
David Watkins - Bas
Donald Tardy - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Ekim 2007'deki yirmi ikinci sayısı için yazmıştım.

Aslında bu sayıda 2 tane 2007 çıkışlı albüm tanıtmışken, Obituary’nin de 2007’de çıkan taze albümü Xecutioner’s Return’ü tanıtmak vardı ama o albümü dinlememe rağmen yine de geçerli sebeplerim var tanıtmamak için. Evet bir kere daha çok yeni edindiğim için bir fikir sahibi olamadım albümle ilgili. Daha doğrusu oldum ama anlatsam birkaç cümleyi geçmez. Obituary baya sevdiğim bir grup olmasına rağmen müzikleri genellikle bana hep aynı şeylermiş gibi geliyor, bu da şarkıları ayırt etmemi engelliyor. Aynı şey derken tabi ki birbirinden farklılar ama şöyle anlatayım, sanki ellerinde belli bir sayıda materyal var ve bu materyalleri her şarkıda farklı bir kolajlamayla karşımıza çıkarıyorlar. Dolayısıyla saniyesi saniyesine aynı şeyler olmasa da, fon müziği muamelesi yapıldığında “ah evet şu şarkıda” denemiyor.

Her zaman böyle değil Obituary. Ya benden kaynaklanan bir şey, ya da herkes böyle düşünüyor bilmiyorum ama mesela Cause of Death albümü baya bir akılda kalıcı bir albümdür. Hatta bence Obituary’nin başyapıtıdır. Genel kanı ilk albüm Slowly We Rot’un başyapıt olduğu yönünde ama o albüm sonlara doğru şahsen beni “bitse de gitsek” havasına sokan bir albüm. Sonlardaki şarkıları çok güçlü değil. Ayrıca albümün süresi uzun olmasa bile şarkı sayısı dolayısıyla bitmek bilmeyen bir albüm gibi. Ama Cause of Death öyle mi? Gayet yerinde bir şarkı sayısına sahip bir albüm. Tabi başyapıt yapan tek ölçü şarkı sayısı değil. Şimdi onlara değineceğim.

Bir albüm tanıtırken her şarkıya tek tek değinerek laf kalabalığı yapmaya karşı olduğumu bilmek için çok gerilere gitmeye gerek yok, hemen 2 sayfa önceki (2008 notu: 2 sayfa önceki yazı Boo!'da Immortalis yazısına tekabül ediyordu, o yazıya bağladım zaten bu tabiri) yazıda yazdım. Öne çıkan şarkıları yazmak daha akıcı yazılara mahal veriyor. Ama bu albümde bütün şarkılar öne çıkıyor. Her birisi gayet ayırt edici özelliklere sahip. Bildiğimiz Obituary aynı telden çalar genellikle ama bu albümde her bir şarkıyı parmakla gösterip “Sen! Sen! Evet sen! Bir de şuradaki, sen!” diye saymak mümkün. Tabi yine de favori şarkı seçmek mümkünatını veriyor Cause of Death. Mesela benim favorim son şarkı olan Turned Inside Out. Ayrıca Chopped in Half tüylerimi oldukça diken diken eden bir şarkı. Ayrıca İngilizce biliyorsanız “Oley brutal vokalden bir cümle anladım!” diye sevinmenizi sağlayacak kadar anlaşılır söyleniyor. Vokal demişken tabi John Tardy’nin taklit edilemez tarzına değinmeden geçmek hata olur. Dünya üzerinde duyulan en keskin brutal vokal olsa gerek. Şahsen olayı Chris Barnes ekolü ve John Tardy ekolü diye ikiye ayırıyorum ben kendimce. Birinci ekolde bütün brutal vokalistler yer alırken, ikincisinde sadece Tardy var. Ya da başkası varsa da bilemeyeceğim, John Tardy gibi vokal yapan kimseyi duymadım. Tabi bu arada Barnes’ı aşağıladığımı düşünmeyin taklit edilebilir dediğim için. Dinlemeye doyum olmayan bir sesi var gerçekten. Ama neticede öyle ya da böyle taklit etmesi daha kolay.

Konu Cause of Death’ten sapar gibi oldu, hemen geri dönelim. Albümde Celtic Frost’tan bildiğimiz bir şarkının Obituary yorumu var, Circle of Tyrants. O bile albümde sırıtmıyor diğerlerinin yanında. Bundan başka Find the Arise, motivasyon gerektirecek aktivitelerden evvel dinlenmesi gereken bir şarkı. Cause of Death, Obituary’nin nadir yavaş partisyonlarından birini taşıyor. “Yeter gına geldi şarkılardan” dedikten sonra gitarların tizliğinden bahsetmem lazım. Vokalle uyumlu gidiyor bu konuda. Bu yorumu yaptıktan sonra aklıma kardeş grup Six Feet Under’ın müziği geldi. Onda da Chris Barnes’ın gayet bas vokaline, gayet “ağır” (hız olarak değil) gitarlar eşlik ediyordu. Daha önce denenmiş bir şey mi acaba diye merak ettim bu noktada, tiz vokale kalın tonlu gitarlar, bas vokale de tiz gitarlarla eşlik edilse nasıl bir sonuç çıkar? Bir felaket mi yoksa güzel bir bileşim mi? Denemedim hiç, deneyen olursa haber verip dinletsin heh heh.

Konu yine saptı, sapmakta ısrar ediyor. O zaman bu yazıyı burada kesmekte fayda var. Eğer death metal seviyorsanız ya da brutal vokalden rahatsız olmuyorsanız büyük ihtimalle başucunuza koyacağınız bir albüm Cause of Death. Ya da büyük ihtimalle zaten zamanında dinlemişsinizdir bu albümü. Gelecek ay görüşmek üzere.

  1. "Infected" – 5:34
  2. "Body Bag" – 5:49
  3. "Chopped In Half" – 3:43
  4. "Circle Of The Tyrants" – 3:36
  5. "Dying" – 4:29
  6. "Find The Arise" – 2:51
  7. "Cause Of Death" – 5:38
  8. "Memories Remain" – 3:44
  9. "Turned Inside Out" – 4:50

Overkill - Immortalis

Bobby Ellsworth - Vokal
D. D. Verni - Bas
Derek Tailor - Gitar
Dave Linsk - Gitar
Ron Lipnicki - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Ekim 2007'deki yirmi ikinci sayısı için yazmıştım.

Bu, Overkill’in bir albümünün tanıtıldığı üçüncü yazı Boo! arşivinde. Bunda 2 yıldır (2008 notu: Bloga eklenirken 2,5 oldu heh heh) en sevdiğim grup etiketini taşımasının da etkisi büyük. Bana kalsa sürekli bu grubun üzerine yazacağım ama o da siz okurlar açısından sıkıcı olur herhalde.

Şimdi, elimizde taptaze, fırından yeni çıkmış bir albüm var. Grubun 15. stüdyo albümü. Kadroda ufak bir değişiklik var, yeni olmadı ama ilk olarak bu albüme yansıyor. Yılların Tim Mallare’si gruptan ayrıldı, yerine Ron Lipnicki geldi davul mevkiinde. The Cursed ziyadesiyle olan Hades-Overkill paslaşmasına bir paslaşma daha Hades davulcusu Ron ile gelmiş oldu (bir ara Hades’i tatmak da şart oldu azizim. Püü rezil oldum şimdi hiç Hades dinlemediğim için heh heh) (2008 notu: Bloga bu yazıyı eklerken Hades'i de dinledim geçen arada heh heh). Gruptaki albüm öncesi değişim sadece elemanla sınırlı değil, Bodog adlı firmayla anlaşma imzalıyor Overkill. Bu firmanın sahibi sanırım Overkill’in ilk yıllarında anlaştığı Megaforce firmasındanmış olsa gerek, Bodog ile olan anlaşmada “Köklerimize döndük heleloy” tarzı şeyler yazıyordu. Ama o ruhu yakalamaları güzel şey. Tabi ki kaybetmemişlerdi, ama yine de tazelenmiş oldu diyeyim. Her ne kadar bu durumda yine gitarların cayır cayır öttüğü bir müzik yapmaları gerekirdi, ama Immortalis buna rağmen taş gibi bir albüm olmuş.

Yine 10 şarkı var albümde. Overkill’in klasiği bu zaten, çoğu albümleri 10 şarkı direkt. Albümün girişi de bir Overkill klasiği. Bu albümle beraber dilime “Overkill girişi” diye bir deyim yerleştirmiş oldum. Bazısı “kendini tekrarlamak” diye adamları suçlayabilir; bense biraz da taraflı baktığımdan “istikrarlılık” diyorum açıkçası. Bu giriş yoğun halde Necroshine’ı hatırlattı bana. Dolayısıyla belki sadece albümün başını dinleyenler için grubu tekrar ile suçlamak mantıklı olabilir, ama albümü sonuna kadar dinleyip, grubun tüm diskografisini ezbere bilmek lazım. Buradan ne sonucu çıkarıyoruz? Overkill, yan grupları da dahil bütün geçmişini bu albümde özetlemiş (D.D. Verni’nin yan grubunu dinlemedim o ayrı). Her bir nota, The Cursed’den olsun, Overkill’in önceki albümlerinden olsun mutlaka bir iz taşıyor tıpatıp aynı olmasa da. “Anaa ben bu rifi hatırlıyorum” dedirtip, sonra kendi çizgisine dönüyor. Üstelik Overkill’in kendi ismini taşıyan serisinin beşincisi de albümün sonunda yerini alıyor. Ama serinin dördüncü şarkısı nereye kayboldu onu anlayamadım. O zaman aradaki benzerlikten dolayı kendi çapımda Evil Never Dies adlı eski dostu bu unvana atıyorum, kendisine bir nevi Overkill IV diyorum.

Bu kadar özet, benzerlik, yıllar sonra Overkill serisinin bir halkasını daha üretmek… Üstelik albüm onbeşinci, beşe bölünebilen düzgün bir sayı. İnsan aslında şüphelenmiyor değil, “üstatların son albümü mü bu yoksa?” diye. Komplo teorisi oldu bu şimdi, ortada hiç resmi bir şey yokken. Tabi bu teorim yayılmazsa kişisel paranoyaklık da denebilir buna. Ama kimsenin istemeyeceği bir şey olduğu kesin.

Şarkılara da değinmek isterim aslında, ama tek tek hepsini saymayı sevmiyorum. O yüzden göze batanları söyleyeyim. Skulls&Bones adlı şarkıda Overkill’den duymaya pek alışık olmadığımız nameler yer alıyor. Hatta değişik geri vokaller de var. İlk başta Derek Tailor ya da (aslında cüsseye göre daha uygun) Dave Linsk dile geldi sandım ama meğer Lamb of God’dan Randy Blythe konuk sanatçı olarak yer alıyormuş. Önyargılı yaklaştığım bir gruptu Lamb of God, Overkill sayesinde bir ara deneyeceğim sanırım. Bir başka göze çarpan şarkı ise Hellish Pride. Özellikle oldukça dile dolanan bir nakarata sahip. Sözler gayet anlaşılır halde. Diyelim ki İngilizceniz yok, sözlerin arkasındaki akorlar da akılda kalıcı. Albümde en çok hoşuma giden şarkı oldu. Bunda biraz da bu aralar takındığım narsist ruh halinin de payı var tabi. Ortada “Cehennemvari bir gururum var!” diye bağırarak dolaşmak egoyu inanılmaz besleyen bir şey. Bu iki şarkının (hatta Overkill V’yi de say üç olsun) dışında diğerleri hakkında ekleyeceğim bir anekdot yok açıkçası.

Immortalis, Overkill’i zaten seviyor olmanız halinde beklediğinize değecek bir albüm. Eğer grubu tanımıyorsanız, zaten muhtemelen sevmezsiniz. Çünkü muhtemelen ya metal dinlemiyorsunuzdur, ya da “ben de metal dinlerim” deyip de dinlediğiniz şeyler aslında gotik melodik abidik gubidik doom metalvari garip şeylerdir. Hatta grupları da sayayım da kavga edelim heh heh: Opeth, Anathema, In Flames, Dark Tranquillity, Nightwish, Blind Guardian falan filan. Bu adam da “ben metal dinliyorum” diyor, en taş death metal ve thrash metal gruplarını dinleyen de “ben metal dinliyorum” diyor. Haksızsam söyleyin, metal bölücülüğüyle falan suçlayın heh heh. Hadi iyi dinlemeler.

  1. "Devils in the Mist" - 4:34
  2. "What It Takes" - 4:28
  3. "Skull and Bones" - 5:54
  4. "Shadow of a Doubt" - 4:51
  5. "Hellish Pride" - 5:16
  6. "Walk Through Fire" - 4:08
  7. "Head On" - 5:21
  8. "Chaly Get Your Gun" - 4:28
  9. "Hell Is" - 4:40
  10. "Overkill V... The Brand" - 5:36

Darkthrone - F. O. A. D.

Nocturno Culto - Vokal, gitarlar
Fenriz - Davul, vokal

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Ekim 2007'deki yirmi ikinci sayısı için yazmıştım.

Darkthrone’un 2000’li yılların ortalarında “başkalaşım” geçirdiğini ekstrem metalle uzaktan yakından ilgilenen neredeyse herkes bilir. Kanımca Ravishing Grimness (‘99 malı) albümünden Sardonic Wrath (’05 malı) albümüne kadar müzikleri hep birbirine benziyordu ama başkalaşımın ilk izleri görünüyordu çok çaktırılmasa da (benziyordu dedim ama niyeyse Sardonic Wrath’ı dinlemek hep daha kolay geliyordu). Müzikal altyapı birazcık bugünün temelini atmıştı. Ondan sonra 2006’da grup hayatında ilk defa bir EP yayınladı, ilk defa bir şarkısına klip çekti. Ardından The Cult is Alive ile en büyük farklı değişimi gösterdi müzikte. Thrash metal ve punk öğeleri ağır basıyordu, müzikleri daha önce hiç olmadığı kadar serseri tavırlıydı. Birkaç yere laf da yetiştirdiler. Bundan tam bir yıl bir ay önceki sayıda (9. sayı) (2008 notu: Birkaç satır yukarıda da ilgili yazıya link verdim) bu konuya değindiğimi hatırlayarak burada kesiyorum The Cult is Alive’ı.

Şu an elimde Immortalis’in yanında bir başka sıcak albüm daha var. Yeni çıktı. Darkthrone’un RTÜK ve dengi kuruluşlar tarafından sansürlenecek bir açılıma sahip olan albümü F.O.A.D. yine öncesinde bir EP getirdi. New Wave of Black Heavy Metal adlı bu EP ile yine bu albüme hazırlandık. Onu dinlediğimde açıkçası serseri havanın biraz kaybolduğunu söylemiştim ki, gerçekten de F.O.A.D.’u The Cult is Alive ile karşılaştırınca bunu söylemek mümkün. Üstelik bunu bence Nocturno Culto’ya göre daha iyi temsil eden Fenriz’in vokallerde ağırlığını koymasına rağmen. Evet, geçen albümde sadece Graveyard Slut’ta kendisini ana sahnede dinlerken bu albümde Canadian Metal, FOAD, Splitkein Fever, Raised on Rock gibi şarkılarda da görüyoruz. Geri vokalleri de katarsak albümün vokal olarak yarısı Fenriz’in diyebiliriz heh heh.

Albümü müzikal açıdan incelemek gerektiğinde neredeyse her şarkının öncesinde bagetlerin vurulduğunu duyuyoruz. Bunu gereksiz bir detay olarak bir kenara atarsak, müzikleri biraz daha törpülenmiş gibi. Yani çok uç şeyler yok sayılır. Geçen albümde punk’a yolculuk yapılırken bu sefer heavy metal ve hatta rock’n roll nameleri duymak mümkün. Hatta Church of Real Metal adlı şarkının girişi direktman Black Sabbath’ı hatırlattı bana. FOAD zaten vokaller devreye girse bile bunu söyleyenin Darkthrone olduğunu bilmeseniz “Motorhead değil mi bu yahu? Lemmy’nin sese bir haller mi olmuş?” diyeceğiniz bir şarkı. Raised on Rock da 80’lerden fırlama bir rock’n roll şarkısı. Zaten albümdeki en serseri namelerden. Bunlara bir de Canadian Metal katılıyor tabi. Özellikle EP’de olmayan ama burada eklenen vokallerde son nakaratta tiz bir çığlık atılıyor ki Darkthrone’dan duymayı en son aklımıza getireceğimiz bir hareket. Ama bence gerçekten şahane ve gazı kökleyici olmuş.

Son saydığım üç şarkı bu albümün “serseri üçlü”sünü oluşturuyor. Kalan şarkılarsa genelde damar şarkılar sayılır. Hele hele EP’den tanıdığımız Wisdom of Dead ek vokallerle inanılmaz kuvvetlenmiş. EP’deki hali şu an bana gayet uyuz bir karaktere sahip gibi geliyor bunu dinlediğim için. Tam bir konser şarkısı olmuş. Nakaratlar ilk halinde sakince söylenirken albümde adeta haykırılıyor. Nota hiç düşmüyor. Ayrıca şarkının sonu uzatılarak acı çeken haykırışlar eklemişler. Bu bence gruba laf eden fanatiklere kapak olmalı. Çünkü müziklerinin hala black metal ile alakası var. Tamam “serseri üçlü” belki olmayabilir ama albümdeki yavaş şarkılarla corpse paint yapmış elemanları yan yana koyun, yine de alakasız durmayacaktır, her ne kadar bizim iki kafadar surat boyamaya artık tamamen karşı olsa da.

“Sattılar davayı” demek için hiçbir neden yok. Zira bütün bir albüm, Bad Attitude coverı halinde değil. Metal müziğin köklerine inmeye çalışıyorlar, aynı zamanda kendilerinden de bazı parçalarını muhafaza ediyorlar. Kendilerini “Comedian Metal” diye adlandıran şahısları buradan işaret parmağımla göstermek suretiyle kınıyorum. Diğerleri, size iyi dinlemeler heh heh.

  1. "These Shores Are Damned" – 5:04
  2. "Canadian Metal" – 4:44
  3. "The Church of Real Metal" – 4:36
  4. "The Banners of Old" – 4:40
  5. "Fuck Off and Die" – 3:52
  6. "Splitkein Fever" – 4:45
  7. "Raised on Rock" – 3:27
  8. "Pervertor of the 7 Gates" – 4:25
  9. "Wisdom of the Dead" – 4:43

Metalium - Suffer

Kaan Süersan - Gitar
Ayhan Ergönül - Davul
Hakan Savaşer - Bas
Mazhar Şiringöz - Vokal, gitar

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Ağustos 2007'deki yirminci sayısı için yazmıştım.

Ticari açıdan dünya standartları düşünüldüğünde yerlerde sürünen, ama her biri ayrı bir efsane olarak anlatılan bir kültür, 90’ların başındaki yerli metal hareketi. Özellikle daha çok ekstrem metal gruplarını içerir bu dönem. Bunların arasında da speed/thrash tarzı almış başını gitmiştir. Milli metal tarzımız o olmuştur adeta 80’lerin ikinci, 90’ların ilk yarısında. Metalium da bu dönemlerde, 1987’de kuruldu. 89’da Servants of Death demosu, 90’da Behind the Power albümü, 92’de ve 94’te Bööaahh ve Metalium demolarını çıkarttılar. Bir de şu an bu yazının konusu olan Suffer albümü var ki, ne yazık ki edinebildiğim tek albümleri bu. Söylenenlere göre ilk zamanlar bu albümden farklı olarak speed/thrash metal icra ediyorlarmış. Doğrudur, zaten dönemin en moda müziği kendi içinde. Bu albümdeyse olayın içine death metal de karışmış. Öncekileri dinlemediğim için bir kıyaslama yapamıyorum ancak ortaya gerçekten taş gibi bir müzik çıkmış neticesinde.

Albümün genel havası gayet bıçkın. Yırtıcı riflerle dolu her dakikası. Vokalse daha bir yırtıcı. Death metal için bile fazlasıyla vahşi. Ayrıca albümün adından ve aynı adlı şarkıdan mıdır bilinmez, sanki acı çekerek bağırıyormuş gibi. Albüm hız olarak ani olmayan iniş çıkışlara sahip. Bu genelde şarkı içinde değil de, şarkıdan şarkıya değişiyor. Bir şarkı lagada lugada almış başını gidercesine başlarken bazısı tehlikeli ve gerilim dolu bir şekilde yavaştan girebiliyor olaya.

Albümün en damar şarkısı, aynı adlı Suffer oluyor. Nakarat dışında temiz vokal kullanılarak söylenmiş, inanılmaz tehlikeli bir havaya sahip. Nakarat da zaten bol bol “Iiiiiiiiiiii suffer!” diye basitçe geçiyor, eşlik etmesi kolay. Haykırarak eşlik etmesi daha kolay. İlk şarkı Denial az evvel dediğim “lagada lugada” girişe sahip. İkinci kategoriye uyan şarkılara örnekse 4 numaralı Circle of Despair mesela. Adından da anlaşılıyor gerçi. Ayrıca son şarkı X ise albümden biraz bağımsız bir şarkı. Girişi Motorheadvari bir şekilde, sözleri yok. Ama şarkının ortasından itibaren grubun röportajlarından kesitler var. Buradan grubun bir elemanı (Mazhar) dışında tümünün değiştiğini anlıyoruz, biyografilerini bilmesek de. Ayrıca eskiler baya vefasız çıkmış gibi sonraki elemanlara. Öyle bir şeyler anlatıyor.

Suffer albümü açıkçası dinlemesi biraz zor olan bir albüm. Kulağı yeterince sert olan şeylere alışık olmayan kişilerin pek ilgi göstermeyeceği bir eser. Ama eğer death metal dinliyorsanız, ve biraz da delikanlı, bıçkın müzikten hoşlanıyorsanız favori albümleriniz arasında yerini alacaktır Suffer. İlk seferde olmasa bile şans verdiğiniz sürece bir gün mutlaka olacaktır. Mesela benim rüyama girdi albüm, maço bir herif dolanıyordu çevrede, konuşuyordu falan, saygı duyuyorduk, arkaplanda da Metalium çalıyordu ne alakaysa. O gün bugündür Kronik’in yanında Metalium’u da “delikanlı metal” olarak tanımlarım. Kişisel bir şey heh heh.

  1. "Denial" - 2:15
  2. "Pessimistic Warning" - 4:25
  3. "The Last 15 Minutes" - 2:05
  4. "Circle of Despair" - 3:34
  5. "The End" - 3:34
  6. "Inhuman Conscious" - 3:33
  7. "Suffer" - 3:04
  8. "Social Desperation" - 3:40
  9. "X" - 2:22

The Cursed - Room Full of Sinners

Bobby Ellsworth - Vokal
Dan Lorenzo - Gitar
Job the Raver - Bas
Mike Cristi - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Ağustos 2007'deki yirminci sayısı için yazmıştım.

Yıllanmış müzisyenlerin bir davranışıdır; artık yeni bir şeyler denemek isterler, yaptığı şeylerden farklı. Kimisi bunu solo çalışmaya giderek gerçekleştirir, kimisi bir yan grup kurar. Kimi de zaten mevcut grubuyla yapar bunu ki, bu baya riskli bir harekettir. Hele hele müzik tarzlarının çerçevesinin iyice belirgin olduğu metal müzik yapıyorsa bu müzisyen, yeni şeyleri kendi grubuyla yapması intihar gibi bir şey olur. Örnekleri saymaya gerek yok, herkesin bildiği gruplar. The Cursed, buradan konuya tam olarak ikinci maddeden giriyor.

Aylardır meyve vermesini beklediğim bir grup The Cursed. Bu senenin başında bomba isimlerin bir araya gelmesiyle oluştu. Vokalde Overkill’den bildiğimiz, benim de gruba olan ilgimi kökleyen isim Bobby Ellsworth var. Gitarda Hades’ten Dan Lorenzo, basta Murder 1’dan Job the Raver ve davulda Non-Fiction’dan Mike Cristi var. Dördü de kendi kategorisinde bolca görmüş geçirmiş müzisyenler. Doğal olarak grup belki yeni ama ortada bir “çöm”lük yok.

Daha önce Evil in the Bag ve God in France adlı iki adet şarkılarının kısa halini salmıştı grup Internet’e. Onlar bile beni baya sabırsızlandırmaya yetmişti. Geçtiğimiz ay içinde çıkan Room Full of Sinners’ta bu iki şarkının yanında 9 adet daha parça var. Her ne kadar bu kelimeyi kullanmayı sevmesem de, karşılayacak daha iyi bir sözcük bulamıyorum; albüm gerçekten de çok “cool” bir havaya sahip. Türkçeleştirmek için çabalamam gerekirse, “oh bebek havası” da diyebilirim albümü tanımlamak için. Ağırdan alan ritimlere, insanı keyiflendiren riflere sahip her şarkı. Grubun denemek istemiş olabileceği yeni şeyler aralara caz etkileşimli kısımlar katmak olabilir. Bazı şarkılarda sololar gitar yerine saksafon tarafından atılıyorlar.

Genel olarak müzik sert, ama boyun ağrıtacak kafa sallama yerine; küçük genlikli kafa hareketleriyle ritim tutmanızı sağlıyor. Bir elinizde bira (araya not: lütfen sorumlulukla tüketiniz heh heh), bir bacağınızı öbürünün üstüne erkek usulü atmışsınız, kafanızı The Cursed eşliğinde hafifçe ritimliyorsunuz… Bundan öte keyiflisi var mı azizim? Albümde hiç sinir harbi yok, hız yapmaya çalışmalar yok, rahat rahat ilerliyor zaten müzik. Ortamı direkt hazırlıyor yani. Yeni sezonda tüm barlara önerim, döndürüp döndürüp Room Full of Sinners’ı çalmalarıdır heh heh.

Çoğumuz grup üyelerinin esas gruplarından en çok Overkill’i tanıdığı için şimdi The Cursed’ü Overkill ile karşılaştıracağım biraz. Öncelikle iki grup arasında çok fazla benzerlik yok. Önümüzdeki aylarda Overkill de yeni bir albüm çıkaracak. Biri gelse, onların yeni albümü diye bunu dinletse, muhtemelen inanmazdım bunun Overkill olduğuna. Birinci nedeni, alt tür farklılığı. Overkill’de thrash metal usulü taramalı rifler oluyor. “Tır tır tır tır” diye gidiyor gitara her vuruşta dikkat ederseniz. The Cursed’de biraz daha yayık gitarlar. İkinci neden, Overkill’in en karakteristik özelliklerinden biri olan D.D. Verni’nin The Cursed’de çalmaması. Hayatımda duyduğum en güçlü baslardan biri, o kadar gürültünün içinde bile bariz duyulabiliyor. Şarkıların aralarında diğer gitarlar susuyor, bas tek başına konuşuyor arada falan. Tabi bu duruma The Cursed’de rastlamak mümkün olmuyor. Rastlamayınca da “Bu Overkill değil kardeşim, kandırma şimdi sabah sabah” dedirtiyor olta sarkıtılan adama. Üçüncü nedeni bulamadım, ama bu karşılaştırma “vokalist nereye ben oraya” mantığını yıkmak için yeterli sanırım. İlla ki Overkill’e benzetmek istiyorsak, I Hear Black albümünü buna benzetebiliriz, heavy metal’e daha yakın olduğu için.

Uzunun kısası, Room Full of Sinners gayet taze bir albüm, ama içeriğinde “ermiş” müzisyenler taşıdığı için “olgun” bir tada sahip. Türkiye’ye gelmiş midir CD’si (veya küçük ihtimal kasedi) bilmiyorum ama buradan satın alarak temin etmeniz mümkün. Ondan sonra gel keyfim gel yaparız hep beraber artık heh heh heh.

  1. "Sweeter" – 3:31
  2. "Evil, in the Bag" – 3:02
  3. "Wij Leven als God in Frankrijk" – 3:05
  4. "Breaking Her Down" – 0:57
  5. "Best of the Worst" – 2:57
  6. "Native Tongue" – 4:36
  7. "Serpentine Slither" – 3:43
  8. "All's Right" – 3:03
  9. "One Time" – 4:19
  10. "Queen of the Dawn" – 3:06
  11. "Generate Her" – 4:54

Metal Church - The Dark

David Wayne - Vokal
Kurdt Vanderhoof - Gitar
Craig Wells - Gitar
Duke Erickson - Bas
Kirk Arrington - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Haziran 2007'deki on sekizinci sayısı için yazmıştım.

“Metal müziğe başlama grupları” diye bir tabir vardır. Eleman gelir, “Abi ben de metal müzik dinleyecem kimlerden başlayayım sence?” diye fikir sorar. Cevap veren kişi de sayar işte “Metallica, Iron Maiden, Megadeth, Dream Theater” falan… Bazısı Slayer bile der. Eğer bu olay ülkemizde yaşanıyorsa Pentagram bile söylenir. Bu tabir bir övgü mevzusu mudur, yoksa “çömlerin dinlediği gruplar bunlar, salla” diye hakaret mi içerir, o, yaklaşıma kalmış artık.

Seattle’lı grup Metal Church’ün ikinci albümü The Dark. Elimde üç tane albümleri var: Masterpeace, Blessing in Disguise ve bu. Okuduklarıma göre ilk albümleri Metal Church, en efsanevi albümleriymiş, dinlemediğim için yorum yapamayacağım. Ama eğer doğruysa, gerçekten artık insan eseri değil gibi bir şey olacak. Çünkü The Dark albümünü bu yazıda öve öve bitiremeyeceğim. Bir klasik olarak göstereceğim. Tüm zamanların en iyi 10 albümü seçilse, bu albümü listeye eklemeyen adama bin bir laf edeceğim.

1986 yılı mamulü olan bu albümü niye bu kadar çok tutuyorum? Diyelim ki tutmadım, albüm hala muazzamlığını koruyacaktır. Mesela geçenlerde bizim eskici bölümünü yazan Armağan’ın yanına gidip The Dark’ı kendisine dinlettim. Baya bir 80’ler manyağıdır kerata. Metalden ziyade, o dönemin rock’n roll, hard rock veya rock ile ilgili türetilebilen ne kadar türü varsa onlara ilgi duyan birisi. Metale –sanıyorum benden dolayı heh heh- saygısı büyüktür ama dinlemez yani. Şarkıları karıştırdı biraz The Dark’ta, dinlediği ilk şarkının birkaç saniyesinden sonra “Oooooooo! Hooocaaaaam! Muhteşem bu!” deyip diğer şarkılara atladı direkt. Deneyin sonucuna ulaşmam için bunu 999 kişi üzerinde daha denemem lazım ama bu örnekten de görüldüğü gibi, metal müziğe önyargısı olmayan her kişinin dikkatle dinlediği vakit hayran olacağı bir müzik ziyafeti var albümde.

The Dark’ın salt müziği değil, kapağı da oldukça iyi. Grubun logosunun konumu dergi kapağına benzetmiş olayı. Resimde de açık bir kapı, içerideki karanlıktan bakan bir çift göz. Tam 80’lerin korku filmlerini hatırlatan bir kompozisyon. Şarkılar da oldukça gaz. Özellikle girişteki Ton of Brics ve Start the Fire işi baştan sıkı tutuyor. Watch the Children Pray var, albümdeki tek yavaş şarkı. Ama tüyleri diken diken etmede çok başarılı. Bunların dışındaki şarkılar genel olarak gayet agresif ama başta fark ettirmiyorlar. Daha derinlemesine dinlerseniz anlıyorsunuz müzikteki sinir harbini. Melodik yapıları çok kuvvetli çünkü, kendilerini kolay ele vermiyorlar. Vokalist ayrı bir güçlü zaten. Hele bir Burial at Sea’nin başında attığı bir çığlık var ki, dillere destan (olacak inşallah birkaç kişi daha dinlerse çevremden heh heh).

Albüm boyunca muhteşem bir coşku, müthiş bir enerji var. Sanki her bir saniyeye saatlerce özen gösterilmiş gibi. Her dinleyişimde, eğer dikkatimi başka yere vermezsem 42 dakika boyunca tüylerim diken diken oluyorum. Metal müziğin en öz, en katıksız hallerinden birisi bu albüm. Bu tarza gönül verenlerin kaçıracakları çok şey var, eğer dinlemedilerse.

  1. "Ton of Bricks" - 3:00
  2. "Start the Fire" - 3:50
  3. "Method To Your Madness" - 4:52
  4. "Watch The Children Pray" - 5:57
  5. "Over My Dead Body" - 03:36
  6. "The Dark" - 4:11
  7. "Psycho" - 3:32
  8. "Line Of Death" - 4:42
  9. "Burial At Sea" - 4:58
  10. "Western Alliance" - 3:18

Kronik - Kavga

Özer Sarısakal - Vokal, gitar
Tolga Soyhan - Bas
Torab Majlesi - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı zamanında Boo!'nun 15 Haziran 2007'deki on sekizinci sayısı için yazmıştım.

Dünyanın en delikanlı metal grubu Kronik… Kendileriyle yüzyüze görüşme ve tanışma fırsatım olmadı ama haklarında okuduklarımdan ve müziklerinden çıkardığım bu. Deli Kasap’ta okumuştum, Kronik konserlerinde ön saflarda poz kesen artiz bir eleman (veya elemanlar) oldu muydu bunlar çalmayı bırakıyorlarmış, adamı (veya adamları) bir güzel dövüyorlarmış. Daha sonraysa hiçbir şey olmamış gibi istiflerini bozmadan “Nerede kalmıştık?” dercesine kaldıkları yerden çalmaya devam ediyorlarmış. Yamuk yapana anında ağzının payını veriyorlar. Hatta benim bile almışlığım var ekran başından olsa da. Bir e-posta röportajı için iletişime geçmiştim, ama acelemden dolayı (derginin çıkmasına 7-8 gün kalmıştı) röportajın acele olmasının gerekliliğini bildirmemden olsa gerek kinayeli bir dille fırça kaymıştı Kronik elemanlarından hangisi cevap verdiyse (genel adreslerine atmıştım). İlk başta tabi severek dinlediğim gruptan soğudum insanlık hali. Ama sonra baktım bu onları zerre etkilemeyecek, bana da bunun yararı dokunmayacak; biraz daha profesyonel düşünmeye başlayarak seve seve dinledim Kavga’yı hafiften. Son dönemdeyse müzikçalarımdan düşürmüyorum albümü. Bir zamanlar “Yuh!” diyerek dinlediğim Endless War’u dinlemez oldum bu albüm yüzünden. Tabi bundan şikayetçi miyim? Cı cık.

Albümün genel havası adını birebir karşılıyor. Böyle bir karmaşa var müzikte sanki. Bir düzensizlik hakim gibi. Bu tabi ki mühendislik harikası kabul edilen sıkıcı progresif metal albümlerinden değil, elbet bu kargaşa havası bu albüme cuk diye oturuyor. Albüme harcanan emeğe tabi ki lafım yok ama müzikal anlamda bir özensizlik var. Daha doğrusu özensizlik değil de estetik kaygının olmaması. “Kaba güzeldir” anlayışı… Vokaller baya değişken. Bazen ince bir ses eşliğinde akıyor şarkı, bazen kaba saba. En önemlisi de bence ne bu albümde biliyor musunuz: Şarkı sözleri. Grubun delikanlı tavrının altını daha da dolduran, yer yer agresif, yer yer hicivli, yer yer epik, yer yer de dalgacı sözler. Özellikle albüme bir konu bütünlüğü kazandıran şarkılar Kavga, Kapkara ve Canın Cehenneme; en kuvvetli sözlere sahip olanlar. “Kopmuş zincirler, etraf sarılı”, “Artık efendi yok!”, “Sen, ikiyüzlü ahlakınla bana ahlak dersi ha!” gibi mısralar bu satırlarda olmasa bile şarkıların içinde gerçekten çok etkiliyor dinleyiciyi. Kendinizi vererek dinlediğinizde muazzam bir özgüven pompalaması yaratacak. Kendinizi tutarsanız dışarı çıkaramadığınız duygularınız yüzünden gözleriniz yaşaracak, oraya buraya çarpmak, saldırmak isteyeceksiniz. Kendinizi hiç olmadığınız kadar güçlü hissedeceksiniz. Canın Cehenneme’nin girişinde vokalle beraber siz de haykırmak isteyeceksiniz. Haykıramazsanız az evvelki gibi “dolu” olacaksınız. Bunlar tabi bendeki etkilerden yola çıkarak yaptığım genellemeler. Bunların hiçbirisi olmuyorsa müzik zevkiniz bu değildir muhtemelen.

Albümde sadece agresif şarkılar yok, hatta bilakis ilk dinlediğimde baya geyik bir albüm sanmıştım. Ayak, bir başka yerli efsane Headbangers’tan bir cover. Bilmem ki adlı şarkıdaki diyaloglar oldukça eğlendirici. TRT yayınlarındaki (özellikle radyo) yapmacık samimiyet hitaplarını taşlamak veyahut bunlarla dalga geçmek için yazılmış sanırsam. Dikkatli dinleyince çok eğleneceksiniz. Eğlenmek demişken sıra Pompala’ya geldiğinde albüm size adeta “oturmaya mı geldik?” diyecek. Çünkü tam bir göbek havası halinde ilerliyor şarkı. Kalk göbek at! Sözlerini oturunca dikkate alırsınız çünkü albümün en satirik şarkısı sayılır. Eski Günler var bir de, tamamen eski toprak tayfanın tüylerini diken edecek bir şarkı, hüzünlü zaten. Gerilimi sevenler Gece’yi de sevecektir, sözleri hiç tekin değil zira.

Uzun lafın kısası Kavga albümü inanılmaz derecede samimi bir albüm. Sanki sadece 10-15 kişilik kendi arkadaş çevreleriyle beraber eğlenmek için yazılmış şarkıların oluşturduğu bir albüm gibi hissettirse de, dinleyiciyi kesinlikle bu tayfanın içine alıyor albüm aktığı sürece. Yani dışlanmış hissetmiyorsunuz kendinizi o 10-15 kişilik topluluktan. Albümün finali itibariyle (Kapkara ve Canın Cehenneme son iki şarkı) kendinizi “Yakarım yıkarım ezerim!” havasına sokmak istiyorsanız en yakın metal müzik marketinize gidiyorsunuz, Kavga’yı satın alıyorsunuz, tabi kaldıysa. Ondan sonra albümde adı geçen üç isim için birer birer “Baba, büyüksün!” diyorsunuz. Esen kalın.

Not: Bu yazıda olumsuz eleştiri olarak algılanabilecek bütün cümleler bilakis, albüm adına olumludur. Bu halini daha çok seviyorum şahsen.

  1. "Kavga" – 4:26
  2. "Eski Günler" – 3:58
  3. "Ayak" – 2:43
  4. "Kaybettin" – 3:38
  5. "Bilmem ki" – 3:42
  6. "Pompala" – 2:43
  7. "Gece" – 4:45
  8. "Sende Saklıyım" – 6:17
  9. "Kapkara" – 4:03
  10. "Canın Cehenneme" – 3:53