Exodus - Fabulous Disaster

5 Haziran 2008 Perşembe

Steve Souza - Vokal
Gary Holt - Gitar
Rick Hunolt - Gitar
Rob McKillop - Bas
Tom Hunting - Davul

Exodus’un herhangi bir albümünün yorum yazısına başlanırken ilk cümlede mutlaka Bay Area geçer, böyle bir istatistik yakaladım. Ben bile yapmışımdır bunu önceleri, ama Exodus denince akla ilk Bay Area sözcükleri geldiği gibi Bay Area denince de akla ilk olarak Exodus geliyor diğer gruplara rağmen. 3 numaralı albümleri Muazzam Felaket’te ise bu bölgenin tarzını tanımlıyor gibi bir şey. En kolay tanıdığım albümleri oldu bu. Dolayısıyla bol bol “Exodus’un en kolay dinlenen albümü” tanımını kullanacağım. Olası itirazlar bu unvanın Force of Habit albümüne gideceğini söyleyebilir ancak onun süresi grubun en uzun albüm süresi olduğu için bence hiç de kolay değil dinlemesi heh heh.

Akılda kalıcılığın yüksek olduğu Fabulous Disaster’da bu durumun başlıca nedeni şarkıların birbirinden kolayca ayırt edilebilmesi. İlk şarkı Last Act of Defiance girişindeki monolog sağ olsun onun sayesinde hatırda kalıyor. Araya ek bilgi gireyim hemen, o monolog Jessica Mitford’ın American Way of Death adlı kitabından alınmış bir pasajmış. Ondan sonra, Fabulous Disaster zaten adını albüme verdiği için akılda kalıcı, ondan sonra Toxic Waltz tam olarak thrash metalin tanımını yapan bir şarkı ki az sonra geleceğim kendisine. Ardından gelen Low Rider bir War coverı, bestenin tarzı zaten sırıttığı için akılda kalması kolay. Keza Cajun Hell de Exodus bestesi olsa da değişik bir parça. Kurbağalar, bataklıklar, bitkiler, tropik bir hava falan… Like Father Like Son muazzam bir damar şarkı zaten, hatırlamamak imkansız. Özellikle son solosu hakikaten şahane etkileyici. Son şarkı Overdose da AC/DC coverı. Ne kaldı geriye? Üç şarkı. Evet bunları karıştırıyordum albümü ilk dinlediğim zamanlarda. Şimdi ayırt etmem mümkün ama bu mümkünata ulaşana kadar ne çileler çektim ben. Aynı albümü üst üste dinlemeler falan. Gerçi güzel bir çile, safkan thrash metal besteleri, vokal sevdiğim ekşi tarzda. İki adet havadar cover şarkı var. O bakımdan şu tanıdığım dönemde bile 2-3 kere üst üste dinleyebilirim. Ama abartmayalım tabi.

Toxic Waltz’a geri dönmek istiyorum. Hakikaten böyle imza şarkıları duyunca bir hoş oluyorum. Sözlerine bakınca thrash metal konserleri ya da partilerinde yaşanan şeylere atıf niteliğinde sözler var. “İyi, arkadaş canlısı, şiddetli eğlence” tanımı ilk kez burada yapılıyor. Arkadaşı tutup fırlatma, kendisine kafa göz dalma durumları anlatılıyor. Günün birinde bir thrash metal belgeseli çekecek olursam, ki yok artık lebron james, mutlaka kullanacağım bir şarkıdır Toxic Waltz. Özel olarak üzerine düşeceğim bir başka şarkı ise Like Father Like Son. Doğrudan damardan giren şahane bir şarkı. Şarkı sözlerinin metnine bakmadım (şu anda da Darklyrics sitesi de çalışmıyor. Foyam ortaya çıktı heh heh) ama anladığım kadarıyla ortada kötü bir baba var, oğlu buna muhalefet bir şarkı okuyor işte. Ya da oğlanı savunan bir başkası da olabilir, doğrudan babasına mı yazdı bu şarkıyı ilgili Exodus elemanı bilmiyorum. “Like father, like son / A war you've never won / The punishing ways that you choose / You were always born to lose” namesini yakaladım mesela dinlerken (ve doğru yazmak için geriye de sarmadım, doğaçlama yazıyorum bu yazıyı tamamen heh). Buradan da anlıyoruz ki çok kolay anlaşılabilen bir şarkı Like Father Like Son. Bu sayede İngilizce bilen okurlarımız güzelce gönül bağı kurabilir şarkıyla.

İki şarkıya özel paragraf açarak yine lafı uzattım ama hakikaten çok şık bir albüm Fabulous Disaster. Kapağı otoriteler tarafından beğenilmiyor (sanırım Rolling Stones dergisinin sitesinde görmüştüm ben o makaleyi) ama ben çok sevdim şahsen. “Hırr biz çok sertiz” pozlarında değil, dolayısıyla gayet sempatik geliyor kapaktaki fotoğraf. O pozlarda olan gruplardan sevdiklerim de var şimdi laf atmış gibi olmayayım da, onun yerine böyle takılan gruplar daha sempatik geliyor bana diyeyim. CD’nin arkasındaki fotoğrafta gördüğümüz yanık ayakkabılar ise Toxic Waltz’a bir gönderme olsa gerek.

80’lerin ikinci yarısının bağrından kopup gelmiş bu thrash metal fırtınası en kuvvetli tavsiyelerim arasındadır velhasıl kelam. Esenlikle dinleyiniz.

  1. "The Last Act of Defiance" – 4:44
  2. "Fabulous Disaster" – 4:54
  3. "The Toxic Waltz" – 4:51
  4. "Low Rider" – 2:48
  5. "Cajun Hell" – 6:05
  6. "Like Father, Like Son" – 8:11
  7. "Corruption" – 5:46
  8. "Verbal Razors" – 4:07
  9. "Open Season" – 3:54
  10. "Overdose" – 5:31

Overkill - W.F.O.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Bobby Ellsworth - Vokal
D. D. Verni - Bas
Tim Mallare - Davul
Merrit Gant - Gitar
Rob Cannavino - Gitar

Açık ara en çok sevdiğim grup olan Overkill’in W.F.O. adlı bu albümü son zamanlarda kendi gözümde öne çıktı. Biyografilerini tekrar tekrar hatmederken I Hear Black gibi nispeten yavaş ve yenilikler içeren bir albümden sonra W.F.O.’nun hakikaten taş gibi ve 90’lardaki en öz hakiki thrash metal albümlerinden birisi olarak geldiğini okumamın ardından albümü dinlerken bir de ben “hakikaten ya!” dedim. Gerçekten inanılmaz bir albüm geneline bakılınca. Her şey o kadar net ki, thrash metal besteleri yazmak isteyenlerin tekrar tekrar dinlemeleri gereken bir albüm. Zira vokalin gerisine kulak kabartınca gitar rifleri o kadar öne çıkabiliyor ki, thrash metalin karakteristik özelliklerini öğreniyorsunuz.

Baştan sona bütün şarkılar birbirinden muazzam. Göreceli olarak sıkan şarkılar kendimi kassam What’s Your Problem, Supersonic Hate ve Up to Zero olur. Bunların dışında hep bir Overkill klası duyuyoruz. Özellikle They Eat Their Young adlı bir şarkı var ki, uff, nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kim bilir kaç kere sakin sakin oturduğum yerde albümü dinlerken bu şarkıya geldiğimde otomatik olarak kafamı koparırcasına sallamaya başlamışımdır (tabi evde başka kimse yoksa heh heh). Şarkının esas rifi eşliğinde kafayı çaprazlamasına sallamak (evet bunun teknikleri de var heh) inanılmaz eğlenceli. Kendisine olan hayranlığımın suyunu çıkarmak için şarkı sözlerini de ezberleyip üstüne anlamını da öğreneyim derken kafama dank etti ki, bu iş öyle kolay değil. Yani neredeyse tüm Overkill şarkıları için değil. Şarkının tam olarak neden bahsettiğini kırk takla attım yine bulamadım. Sonra diğer şarkılara göz attım, evet, çoğunluğu da aynı şekilde. Mesela bu albümde Under One. “Ne alaka?” dediğim çokça bölüm var sözler içinde.
Böyle yazmak lazım aslında sözleri, dolayısıyla W.F.O. beste yazacaklara eğer söz de yazacaklarsa bir ders daha veriyor. Basit yazmayın, lafı dolandırın, alakasız şeylerle bezeyin, gizemli olun. Ben sırf bu yüzden bu kış, yaza kadar Longman Contemporary English sözlüğünü karıştırmaya başladım bile heh heh. İlginç kelime ve deyim arayışındayım.

Şarkı sözleri şarkı genelinde anlamsız gibi dursa da işe mikro düzeyde baktığımızda çok gaza getirici nameler de mevcut aralarda. Mesela girişteki Where It Hurts şöyle sözlere sahip: Make 'em pay, make a stand / Break away, be a man. Burayı duyunca sanki ben dövüşecekmişim gibi gaza geliyorum. Ondan sonra The Wait – New High in Lows’un girişindeki Carlito’s Way filminden alıntılanan monolog çok güzel oturmuş.

Bu albümden 7 adet şarkı, grubun 2 adet resmi konser albümünde yer almakta. Bu da albümün ne kadar dolu olduğunu gösteriyor (her ne kadar o bir konser W.F.O.’dan hemen sonra gerçekleşse de), üstelik bu 7 şarkıya benim kıymetlim They Eat Their Young dahil değil. Kendisi şamar oğlan zaten, Facebook’taki iLike uygulamasında ön izlemesi yok.

Bu sezon içerisinde kendisinin kasetini de edinerek albümle aramdaki duygusal bağı da iyice kuvvetlendirmişken, şu an itiraf ediyorum ki, bazısı büyük konuşmak diyebilir isterse, W.F.O. şu yazıyı yazdığım tarihe kadar dinlediğim albümler arasında açık ara en sevdiğim albüm. Bildiğimiz Overkill karakteristikleri, her ekolayzır kombinasyonunda duyulabilen bas gitar tonları, karmaşık sözler, manyak vokaller, kesik kesik rifler... Kasetten dinlemesi tamamen ayrı bir keyif oluyor tabi, bunlara ek olarak hışırtı da geliyor. Kaset dedim yine duygulandım bak, yazacak bir şey aklıma gelmiyor daha. Siz de kaset olsun, CD olsun mutlaka edinin bu albümü, thrash metal sevip de bu albümü kaçırdıysanız bazı şeyleri tamamlamanız lazım dinleyerek.

  1. "Where It Hurts" – 5:33
  2. "Fast Junkie" – 4:21
  3. "The Wait/New High in Lows" – 5:46
  4. "They Eat Their Young" – 4:57
  5. "What's Your Problem?" – 5:10
  6. "Under One" – 4:14
  7. "Supersonic Hate" – 4:17
  8. "R.I.P. (Undone)" – 1:43
  9. "Up to Zero" – 4:07
  10. "Bastard Nation" – 5:38
  11. "Gasoline Dream" – 6:49

Wargasm - Why Play Around?

Rich Spillberg - Gitar
Barry Spillberg - Davul
Bob Mayo - Vokal, bas

Bizde “demo grubu” ya da “1 albümlük grup” diye bir tabir vardır yerli gruplar için kullanılan. Genelde maddiyat sıkıntısından, bazen de disiplinli çalışılmaması yüzünden gruplar sürekli demo çıkarır durur, ya da albümünü çıkarır çıkarmasına ama sonra sessizliğe bürünür uzun yıllar. Ya dağılır ya da yıllar sonra anca ikinci albümlerini çıkarabilirler. Aslında şöyle bir düşününce bu sadece bize özgü bir durum değil, bütün dünyada böyle. Amerika’dan mesela birçok 2 albümlük grup sayabilirim. 80’lerin ikinci yarısında başlayıp 90’ların ilk yarısında dükkanı kapatan gruplar. Athropy, Evildead, Exhorder, Gothic Slam… Bunların ortak noktaları aktif oldukları dönemler (85-95 arası), tarzları (thrash metal), resmi stüdyo albüm sayıları (2) ve ülkeleri (ABD); ayrıca örnekler daha da çoğaltılabilir. Şu anda sözünü edeceğim grup Wargasm da bunlardan biri sayılabilirdi ama neyse ki en azından 2 albüm barajını aşmış insanlardır kendileri. 1988 yılında çıkardıkları ilk albüm itibariyle hakikaten büyük grup olabilecekleri sinyallerini de veriyorlardı ancak ilerleyen zamanlarda olamadı.

Why Play Around adını verdikleri bu albüm bence tüm zamanların thrash metal klasik albümleri arasına girmeli. Hatta belki de birçok dinleyici böyle düşünüp kendi klasikleri arasına eklemiştir bunu. Fevkalade akıcı bir müzik var ortada. Bir akordan öbürüne, bir riften diğerine geçişler öyle güzel bağlı ki dinleyip gözleri kapatınca sanki bir nota denizinde yüzüyor gibi olunuyor. Bunun yanında ilk dinleyişlerde kendini belli etmeyen ancak zamanla açılan bir agresiflik de var. Aslında her bir saniye gayet sert, sinirli. Özellikle Revenge’in son bölümlerinde solodan sonra gelen naraya dikkat.

Müzik albüm boyunca zaman zaman ilerleyici öğelere de sahip, kısa şarkı olmayanlar da var. 6 dakikanın üstünde 3 şarkı var ki bunlardan grupla aynı adı taşıyan Wargasm 9 dakikayı bile geçiyor. Ancak yine de oldukça sürükleyici bir karaktere sahip bunlar, şarkının sonu ne ara geldi hiç ruhunuz duymadan bitiveriyorlar. Wargasm’in girişi, Merritt’s Girlfriend, Le Cou Cou gibi parçalar da albümün kişiliğini tehlikeye atmadan, albüme ek tatlar sağlıyor, fazladan melodik özellikler katıyor.

Vokal zaman zaman güçsüz kalsa da bence hakikaten muazzam, aşmış bir albüm Why Play Around. Klasik adayı olduğunu keşfettiğim zaman ağzım açık kalmıştı resmen. Ara sıra dinlediğim bir albümün bu kadar şahane olduğunu nasıl keşfedemedim onca zamandır? Demek ki kendini hemen ele vermeyen bir albüm. Wargasm’in sonraki albümleri bunun kadar öz hakiki halis muhlis thrash metal kılığında olmadığından olsa gerek, bunun kadar tutmuyorum diğerlerini. Ve yukarıda bahsettiğim “kaybolan gruplar”ın müziğiyle büyük grupların müziğini karşılaştırdığımda hakikaten büyük bir fark olduğunu görüyorum arada. Wargasm’in bu albümü de bence büyük grupların tarafında. Ama bu potansiyele rağmen devamını iyi getirememişler. Olsun gayrı, biz de Why Play Around dinleyelim, çıldıralım. Ara sıra grubun diğer albümleri Ugly ve Suicide Notes’a da şans verelim. Belki onlar da kendilerini geç açıyorlardır kim bilir?

  1. "Wasteland" – 3:59
  2. "Revenge" – 7:02
  3. "Bullets & Blades" – 3:53
  4. "Undead" – 6:29
  5. "Merritt's Girlfriend" – 0:48
  6. "Sudden Death" – 5:00
  7. "Wargasm" – 9:17
  8. "Le Cou Cou" – 2:22
  9. "Humanoid" – 4:49

Metallica - Kill'em All

James Hetfield - Vokal, gitar
Kirk Hammett - Gitar
Cliff Burton - Bas
Lars Ulrich - Davul

Yılların en çok satan thrash metal grubu Metallica’yı 90’lar sonrası müziği ve tavırları için kötülemek mi daha moda yoksa ilk dönemi hatrına hala muazzam güçlü bir grup, yıkılmayan çınar olarak görmek mi daha moda bilmem ama şöylesi de moda olabilir, ilk dönem albümlerini keyifle dinleyip sonrakileri bolca eleştirmek… Ya da şu da olabilir, ilk dönem albümlerini tutup son dönem albümlerini eleştirip ama kendilerini dinlemeye son dönem albümleriyle başladığı için ufaktan vefa borcu hissedip onları dinlerken itirazı olmamak, dolayısıyla eskiyi yad ederken son dönem albümlerini de dinlemek… Son cümlede kendi durumumu anlattım Metallica hakkında. Tabi buradan St. Anger’ı çıkarmak isterim tamamen kendime uyduracaksam. Baştan sona hiç dinlemediğim için önyargının dibine vuruyorum ama neyse konuyu dağıtmayalım. Konumuz hepsini gebert! Dünyanın ilk resmi thrash metal albümü. O zamanlar insanlar henüz yeni şeyler deneme derdinde değil, sapına kadar hızlı, sapına kadar biçici besteler yapıyorlar.

Metallica’yı genellikle hissiyatlı yapısıyla biliriz işin müzik kısmında. Kill’em All albümü haricinde albümdeki genel tarzın izin verdiği her tür müziğe yer verir. Hızlı şarkılar, yavaş şarkılar, baladlar, normal uzun şarkılar, enstrümantal şarkılar… Ama bu albümde böyle değil. Baştan sona kadar hızlı ve tempolu şarkılar var. Anesthesia adlı bas sololu sözsüz şarkı haricinde genelde tek tip bir profil çiziyor besteler. Bunlardan dördüne zamanında Metallica’da bulunan Dave Mustaine katkıda bulunuyor, hatta The Four Horsemen’in bizzat orijinalini yazıyor. Sonra bu şarkının orijinalini de Megadeth’in ilk albümünde Mechanix adıyla yayınlıyor. Mechanix çok daha hızlı bir halde Metallica’nınkinden ama benim şahsi tercihim The Four Horsemen olan şarkıdan yana. Mustaine’in katkıda bulunduğu diğer üç şarkı ise Jump in the Fire, Phantom Lord ve Metal Militia. Bunlardan Metal Militia zaten ağızlara marş olmuş bir şarkı. Ama bence bu albümde Metallica’nın esas kendine etiket olarak yapıştıracağı şarkı Whiplash olsa gerek. Thrash metal dinleyicisini konu alan şarkı “’cause we are Metallica” şeklinde giden sözleriyle de imza şarkı olma hüviyetini kazanıyor.

Kill’em All’un adı aslında “Metal Up Your Ass” olacakmış ama plak şirketi Megaforce bu ismin sadece yer altında iş yapacağını belirterek değiştirmelerini tavsiye etmiş. Hatta kapak da farklıymış, bir klozetten kılıcımtrak bir nesne çıkarıyorlarmış. Tamam kapağı gördüm hakikaten kötüymüş ama kullanılmayan ismi baya tuttuğumu söylemeliyim.

İlk paragrafta saydığım modalardan çoğu bu albümü dinlemek ve sevmek için geçerli. Oturaklı parçaları olmamasına rağmen ve birçoğu bu unvan için Master of Puppets’ı gösterirken bence klasik albümler arasına Metallica tarafından girmesi gereken albüm Kill’em All’dur. Böyle polemik yaratıcı bir cümlenin ardından bu albüm yazısına da burada son vermek isterim. İyi dinlemeler.

  1. "Hit the Lights" – 4:17
  2. "The Four Horsemen" – 7:13
  3. "Motorbreath" – 3:08
  4. "Jump in the Fire" – 4:42
  5. "(Anesthesia) Pulling Teeth" – 4:15
  6. "Whiplash" – 4:10
  7. "Phantom Lord" – 5:02
  8. "No Remorse" – 6:26
  9. "Seek & Destroy" – 6:55
  10. "Metal Militia" – 5:10

Slayer - South of Heaven

Tom Araya - Vokal, bas
Kerry King - Gitar
Jeff Hanneman - Gitar
Dave Lombardo - Davul

Tom Araya’nın yaşlandığı için 1 albüm sonra Slayer’ın müziğe veda edebilme ihtimalini açıklamasının ardından metal dünyası yasa boğulmuş mudur bilmiyorum ama hakikaten daha yaşlı örnekler varken insanın “hadi len!” diyesi geliyor. Şimdi biraz saygısızlık gibi oldu o yüzden South of Heaven’ı anlatacağım bu yazıda albümü biraz daha yağlamam lazım heh heh.

Reign in Blood ile sadece thrash metalin değil, her türlü müziğin de büyük isimlerine katılan Slayer, bu hız dolu albümün ardından kanımca en yavaş albümlerine imza atıyorlar. Baştan söyleyeyim, yavaşlamalarına hiç laf etmeyeceğim. Küçükken ediyordum, zira Tom’un vokalinin düzleşmesinden baya rahatsız olmuştum ilk albümlerden sonra. Evet bu albümde yanılmıyorsam hiç çığlığı yok vokalistimizin (yanıldım, Live Undead’de varmış ama önceki albümler gibi değil yine de). Olsun, ben bu albümü seviyorsam kafa dinleten bir Slayer albümü olduğu için seviyorum. Çok sert tonlar yok, müzik baya akıcı, başta yavaş dedim ama yine de hızlı kısımlar var. Ya da Slayer’ın diğer albümlerine kıyasla yavaş.

Bu albümden South of Heaven ve Mandatory Suicide gibi iki tane konser vazgeçilmezi şarkı çıktı. Elimde bir sürü Slayer konseri var görüntülü olsun sesli olsun, neredeyse hepsinde bu ikisinden en azından Mandatory Suicide bulunuyor. Behind the Crooked Cross’u bizzat Jeff Hanneman yazmış ama hiç beğenmediğinden neredeyse hiçbir konserde çalınmıyor. Halbuki Kerry King bu durum için “keşke” diyor. O daha çok Ghosts of War’un sonunu seviyormuş, hatta tümünü çalamasalar bile bir başka konser demirbaşı Chemical Warfare’in sonuna bağlasak diye temennide bulunuyormuş (Vikipedi’ye gel). Bunların dışında göze çarpan şarkılar son iki şarkı, Judas Priest coverı Dissident Aggressor ve Spill the Blood. Hakikaten “Slayer heavy metal çalsa o da leziz olacakmış” dedirtiyor. Beste kendilerinin değil ama neticede insanlar etkilendiği şeyler civarında besteler yazar. Son şarkının gözüme çarpma nedeniyse mistik, güzel bir şarkı olması. Özellikle son kısmındaki soloyu çok severim.

Neticede kısık sesle dinleyince en kolay dinlenebilen Slayer albümü olarak raflarda yerini alıyor South of Heaven. Ama bu özelliğine rağmen popüler olmadı, ayağa düşmedi, yıkılmadı ayakta heh heh.

  1. "South of Heaven" – 5:00
  2. "Silent Scream" – 3:13
  3. "Live Undead" – 3:58
  4. "Behind the Crooked Cross" – 3:12
  5. "Mandatory Suicide" – 4:03
  6. "Ghosts of War" – 4:00
  7. "Read Between the Lies" – 3:21
  8. "Cleanse the Soul" – 3:01
  9. "Dissident Aggressor" – 2:34
  10. "Spill the Blood" – 4:48

Nitro - We Sold Our Souls For Punk Metal

Erdem Çapar - Vokal
Emre Manav - Gitar
Burak Özgüney - Bas
Fatih Kanık - Davul

Bir aralar Lucy Fear adıyla kurulmuş, sonradan Nitro olmuş olan bu grubun bu albümü, daha doğrusu demosu bende derin etkilere neden olmaktadır. Duyduğum anda beni canlandıran nadir kayıtlardan biridir. Mesela bir sabah hocasıyla kavgalı olduğum İtalyanca kursuna giderken yol süresinin kısalığı nedeniyle We Sold Our Souls for Punk Metal dinliyorum, otobüsten inip yürüyerek yola devam ediyorum. Binaya giriyorum, asansörü çıkıyorum, demo anca bitiyor. Geç kaldığım için hocayla yine ağız dalaşına gireceğiz sanıyorum ama aynı zamanda kırk yılın başı ödev yaptığım için hoca bana kıl davranmıyor. Ben de durduk yere kendisine hararetli davranmıyorum tabi. Aldım gazı, ama dışavuramadım, ilk ders arasında balkonda titriyorum adeta. Çünkü neden? Nitro’nun müziği öyle bir doldurdu ki beni, değil oraya buraya gümletmeyi, en azından ağzımı kullanarak birinin üstüne gitmediğim için dışavurmam gereken enerjiyi mecburen titreyerek çıkarmak zorunda kaldım.

Bu anlattığım şeyden ne çıkarıyoruz o zaman? Nitro’nun yaptığı müzik tam gaz ortalık karıştırıcı bir şey. Hayatın sorumlulukları olmasa dışarıda insanlara tekme tokat dalma isteğini dinleyicilerine aşılayan, evdeyse duvardan duvara atlama isteğini uyandıran 4 tane bomba gibi şarkı var. Daha başka nasıl anlatsam ki? Bütün 10 dakika geri vokallerle süslenmiş, onlar da ani bağırmalar, çete havası şöyle… Vurup geçmeye birebir. Kanımca en başarılı şarkıları Is This the World We Cremated? olsa gerek. Ama en popüler olma potansiyeline sahip olan ise, Türkçe sözlü olduğu için tabi, Ben de Seni adlı manyak şarkı. Sözlerini de doğal olarak çıkarması daha kolay olduğundan kolayca ezberlenecek, kıl olunan kişinin fotoğrafı ya da bizzat kendi suratı karşıya alınıp bağıra bağıra söylenecek bir şarkı. Ara sıra stüdyoda coverlardık bunu, söylemesi de çok eğlenceliydi her ne kadar insanda boğaz diye bir şey bıraktırmasa da.

Her bir elemanı gayet tecrübeli olan (basçı Burak Özgüney eskiden Parricide, davulcu Fatih Kanık ise Moribund Oblivion, Kuaför Cengiz ve Discrepancy’de çalmış, hatta hala çalıyor da olabilir) Nitro bu aralar tam olarak aktif değildi zira vokalistleri Erdem Çapar (kendisi eskiden Antisilence’ın da vokalistiydi) askerdeydi ama tam bunu yazdığım sırada tekrar tarihe baktım ki sanırım ben bu satırları yazarken ya yeni dönmüş ya da dönmek üzere. Dönüşünün şerefine 17 Mayıs’ta Taksim Guitar Bar’da da bir konserleri olmuş UCK Grind ile birlikte. Bundan sonra son hız yeni besteler, yeni kayıtlar diliyorum. Şu 10 dakikada kayıttan çalınan müzikle ortalığı dağıtıyorlarsa yeni ve daha uzun bir kayıtta neler yaparlar düşünmek bile muazzam heyecanlandırıyor.

  1. "Suicide Trip" − 2:20
  2. "Freedoom" − 3:15
  3. "Is This the World We Cremated?" − 2:35
  4. "Ben de Seni" − 2:44

Six Feet Under - Bringer of Blood

Chris Barnes - Vokal
Steve Swanson - Gitar
Terry Butler - Bas
Greg Gall - Davul

Bu albüme bodoslama dalmak gerekirse, Six Feet Under’ın en groove dediğimiz şeye sahip olan albümüdür Bringer of Blood. Yani böyle yayvan akorlar olacak, müzik dinleyiciye tekme tokat dalmayacak, ama ağırlığı da yüksek olacak. Bu zaten Six Feet Under’ın önceki albümlerinde de olan bir şeydi, ama bu albümde iyice ortaya çıkmış durumda. Tabi bundan benden bile yobaz olan dinleyiciler rahatsız oldu, hele hele Cannibal Corpse zamanından beri Chris Barnes üzerine yobazlık yapanlar SFU’ya sırtını dönerken, bu albümle iyicene “püü” demişlerdir herhalde.

Albümün kaydı baya yüksek bir ses seviyesinde, ayrıca altı da baya dolu. Havada kalmıyor müzik yani. Cisim olsa “ele geliyor” diye tanımlayacağım. “Kulağa geliyor” diye tanımlamak en iyisi. Gitar tonları zaten çok kalın, buna bir de Chris hocanın (biraz daha yaşlansın öyle baba derim heh heh) kalın mı kalın sesi eklenince ağırlığından yenmez bir müzik ortaya çıkıyor. Evet hocamızın vokali de ufak değişikliklerle gelmiş bu albümde. Eskisinden daha az brutal gibi, zaten hiç guttural değil, ama hala tertemiz değil tabi. Hoş, o kadar kalın bir sesi var ki temiz vokalle bile death metal yapabilir diyerek mübalağa yapmak isterim. Ama neticede enfes olmuş bence. Tek kusuru eskisi gibi çığlık duymuyoruz “iiiiğğğğyyy” şeklinde, True Carnage albümünde bolca duyduğumuz gibi.

Şarkıların muhtevası yine bildiğimiz SFU temaları, ölüm, öldürme ve zombiler üzerine kurulu. Zombi kısmı bu sefer işin içine girmiş mi, bakmadım tam olarak ama şarkıların çoğunda, özellikle When Skin Turns Blue’da seri katil havası alıyorum. Bunların dışında hoplayıp zıplamalık çok güzel şarkılar var, en yakın örneğiyse Ugly adlı şarkı. Daha başka özellikle beğendiğim şarkılar açıkçası az evvel dediğim 2 şarkıyı da kapsayan ilk 7 şarkı. Hakikaten bu 7 şarkıdan sonra albümün gidişatı değişiyor gibi biraz. Biraz daha yavaş bir hal alıyor. İlk 7 şarkıda o kadar hoplayıp zıpladıktan sonra durulmak biraz sıkabiliyor, o yüzden belki de şarkı sıralaması tekrardan düzenlense iyi olurdu. Ya da belki de böylesi daha iyi, aralıksız deşarj oluyoruz, sonra dinleniyoruz. Ama buradan son şarkıların kötü olduğu anlamı çıkmasın, sadece çok gaz değiller diğerlerinin yanında yani. Ayrıca son şarkının sonuna bir de bas-vokal-davul üçlüsüyle çalınan kısa bonus şarkı eklenmiş ki, hakikaten güler yüzle olmasa bile havanız yerinde oluyorsunuz albüm biterken.

Bir ara ikide bir dinlerdim bu albümü, dinledikçe bir daha dinlemek isterdim, bu biraz da o dönemki ruh haliyle alakalı. Güçlü yapısı ve hoplama zıplamaya müsait şarkılarıyla bütün heyheylerim üzerimdeyken çok iyi gidiyordu. Bütün stresi söküp atıyordu. Ama daha sonra tekrar biriktiği için albüme tekrar ihtiyacım oluyordu. Böyle ahvallerde kuvvetle tavsiye ederim.

  1. "Sick in the Head" − 4:11
  2. "Amerika the Brutal" − 3:01
  3. "My Hatred" − 4:22
  4. "Murdered in the Basement" − 2:19
  5. "When Skin Turns Blue" − 3:27
  6. "Bringer of Blood" − 2:54
  7. "Ugly" − 2:58
  8. "Braindead" − 3:44
  9. "Blind and Gagged" − 3:09
  10. "Claustrophobic" − 2:50
  11. "Escape from the Grave" − 3:58

Twisted Sister - Under the Blade

15 Mayıs 2008 Perşembe

Dee Snider - Vokal
Eddie Ojeda - Gitar
Jay Jay French - Gitar
Mark Mendoza - Bas
A. J. Pero - Davul


Bir müzikle duygusal bağ kurmak nedir arkadaşım? Yani kendimden yola çıkmam gerekirse, Twisted Sister'ın çoğu şarkısını duyduğum anda hakikaten çok mutlu oluyorum. Üstelik rastgele, bir yerde çalındığında da değil, şarkıları kendim oynattığımda da. Ama bu mutlu olma kanısına da tesadüfen vardım. Benediction'ın Grind Bastard adlı kasetini aldıktan sonra ilk dinlediğim gün, şarkı listesine göz atmıştım şöyle bir. Destroyer'ı gördüm ama aklıma hiç Twisted Sister gelmedi. Benediction zaten dinlediğim ilk death metal grubu olmasıyla kalbimde ayrı bir yeri vardır. İlk defa dinlememe rağmen hiç sıkılmadan geçiriyorum şarkıları. Sıra Destroyer'a gelmiş, girişinde bir kalın nefes alış verişi gibi bir ses. Daha gitarlar girmeden kafamın tepesinde lamba yanmıştı (hakikaten o gün masamda otururken tepedeki masa lambası yanıktı heh heh). Birdenbire sırıttım, sevinçten dört köşe olmuştum. Bizim Twisted Sister'ın Destroyer'ı bu yahu! Tüylerim bir diken, ağzım bir yukarı parantez, :) hesabı. Hayatımda müzik dinlerken hiç bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Her iki gruba duyduğum sevgi katlandı da arttı tabi.

Bu anlattığım günden sonra ne zaman Twisted Sister dinlesem kendimi mutlu hissettiğimi fark ettim. Özellikle bu Under the Blade albümünde. Grubun daha ilk albümü ve her grubun ilk albümünde olduğu gibi oldukça çiğ bir sese sahibiz. Gitarlar özellikle çok çiğ. Gayet üzerinden tekrar geçilmeden, düzeltilmeden aynen kaydedildiği gibi konmuş sanki. Keza vokal de öyle. Sanki yan komşuymuş Dee Snider da, oradan şarkı söylüyor bize sesi öyle geliyor gibi. Şarkıların hiç biri boş değil. Serseri ve rock'n roll bir hava var tamamen. En hızlı şarkı Tear It Loose iken en yavaş ve en "ağır" şarkı ise Destroyer. Destroyer ayrıca grubun kariyerindeki de en ağır şarkı. Albümdeki favorim diyeceğim ama diğer şarkılar da zorluyor beni adeta. Bad Boys of Rock'n Roll, Shoot'em Down, Sin After Sin, Under the Blade... Hepsi de muazzam şarkılar.

Heavy metalin erken örnekleri arasında en iyi albümlerden birisi olan Under the Blade, sahip olduğu havayla gayet klasik etiketi yiyebilecek, hatta aslında yemiş bir albüm. Herkeslere en büyük tavsiyelerimdendir.
  1. "What You Don't Know (Sure Can Hurt You)" 4:45
  2. "Bad Boys (Of Rock 'n' Roll)" 3:20
  3. "Run for Your Life" 3:28
  4. "Sin After Sin" 3:23
  5. "Shoot 'Em Down" 3:53
  6. "Destroyer" 4:16
  7. "Under the Blade" 4:40
  8. "Tear It Loose" 3:08
  9. "Day of the Rocker" 5:03

Motorhead - Orgasmatron

29 Nisan 2008 Salı

Lemmy Kilmister - Vokal, bas
Phil Campbell - Gitar
Würzel - Gitar
Pete Gill - Davul

Söz konusu Lemmy baba olunca aslında sayfalarca yazı yazılır, ama şimdi tıkanmış durumdayım ama yazmam gerek bu yazıyı, vakit az. Öncelikle Orgasmatron’u özellikle tanıtmamın nedeninden başlasam fena olmaz. Şimdi, Motorhead’in ilk kayıtları On Parole, Motorhead, Overkill, Ace of Spades falan çok beğenmiştim, sürekli dinliyordum. Bir de beğendiğim albüm, kaseti olmasından dolayı Snake Bite Love idi. Sonuncuyu saymazsak ilk dördü artarda gelen albümlerdi, ondan sonra gelenlerdeyse tek tek güzel şarkılar olmasına rağmen bir türlü albümün sonuna kadar dinleyemiyordum. Hepsi bilindik Motorhead tarzı ama birbirlerinden hiç de farkları yokmuş gibi geliyordu.

Orgasmatron albümü bu tekdüzeliğe dur diyen albüm oldu benim için. Somut bir neden veremem ama baştan sona keyifle dinlediğim bir albüm bu. Motorhead tarzı dediğimiz olgu zaten devam etmekte her zaman olduğu gibi. Ama bir şey var ki şarkılar birbirinden daha ilk dinleyişte ayırt edilebiliyor. Hepsinin kendine has bir tutumu var ama bir arada dağınık bir görüntü sergilemiyorlar.

Hakikaten ne yazacağımı bilememekteyim şu an. Yahu insan biraz farklı şeyler yapar da biz de tanıtırken kendimizi tekrarlamayız değil mi heh heh. Motorhead yazısı yazarken yaptığım klişeyi burada da yapmak durumundayım o bakımdan, şimdi bu albümü dinlerken motora atlayıp saatte 60-80 kilometre arası hızla otobanın ortasından gitmek vardı. Tabi bu hız Built for Speed ve Ridin’ with the Driver gibi şarkılarda artabilir psikolojik olarak ama unutmayalım ki ağır abi motorcular hız yapmazlar. Kazadan kaçmak için değil, yolun keyfini çıkarmak için. Zira yağmurda koşanın az ıslanmasının nedeni evine daha kısa sürede ulaşmasıdır.

Bu albüm hakkında ufak ayrıntılar, notlar iliştireyim buraya. Orgasmatron, Motorhead’in 4 kişilik kadroyla kaydettiği ilk albüm olma özelliğini taşıyor. Ayrıca normalde albümün adı Ridin’ with the Driver olacakmış, ama son anda Orgasmatron’a çevirmişler. Kapak da yetişmemiş doğal olarak. Kapakta gördüğümüz resim demek ki başka şarkıya ithafenmiş. Ben de bu yazıyı yazarken öğrendim bak. Ayrıca eski Saxon davulcusu Pete Gill’in Motorhead için çaldığı ilk ve tek tam süreli albüm Orgasmatron. Başka şeyler de çalmış Motorhead için ama bunlar sadece No Remorse derlemesi için 4 şarkı kaydındaymış.

Orgasmatron, Motorhead’in ticari olarak başarısız ama takdir edilmesi bilakis oldukça yüksek olan bir albümü. Başta da dediğim gibi baştan sona kolayca dinlenebilen bir albüm. Bir içim su gibi akıp gidiyor hoparlörlerden adeta. Daha ne diyeyim ben bu albüme? Demeyeyim.

  1. "Deaf Forever" – 4:25
  2. "Nothing Up My Sleeve" – 3:11
  3. "Ain't My Crime" – 3:42
  4. "Claw" – 3:31
  5. "Mean Machine" – 2:57
  6. "Built for Speed" – 4:56
  7. "Ridin' with the Driver" – 3:47
  8. "Doctor Rock" – 3:37
  9. "Orgasmatron" – 5:27

Overkill - Horrorscope

Bobby Ellsworth - Vokal
Merritt Gant - Gitar
Rob Cannavino - Gitar
D.D. Verni - Bas
Sid Falck - Davul

Bir keresinde yazlıktan İzmir’e dönüyorum arabayla, o sırada Horrorscope’u dinliyorum. Hava aşırı güneşli, güneş gözlüklerimi takmışım. Güneş gözlüğünün camı dolayısıyla görüntü daha bir keskinleşiyor sanki. Kontrast artıyor gelen sepya tonunun yanında. Yüksek kontrast demek yüksek gerilim demek. Gerilim de bilirsiniz sinema türlerinden. “Buh!” diye korkutma olmaz da, içten içe yavaş yavaş rahatsız eder adamı. Duyu organlarından vücuda birer stres akışı olur.

Prison Break adlı dizi sağ olsun, sayesinde gerilim hissinden keyif almaya başladım. Bu yüzden olsa gerek ilk başlarda pek ilgimi çekmeyen Horrorscope sonradan favorilerimden birisi oldu. Zirve noktasını da işte yazının başında anlattığım yazlık dönüşü yolda yaptı. Birdenbire aklıma bir şey geldi, bir fotoğraf projesi, böyle 72 karede polisiye gerilim tarzında bir hikaye anlatmaca. Doğal olarak siyah beyaz tabi. Agrandizörün başında bir el havada sallanır “ver kontrastı ver kontrastı” nidalarıyla, fotoğraflardaki gerilim köklenirdi. Sonra o proje bitince sergi açardım, insanlar sırasıyla fotoğrafları izler hikayeyi görürdü. Arkaplanda da kısık sesle bir Horrorscope albümü döner dururdu. Eminim müzik sergiye cuk oturur, kolonları inletmediğimiz için kimse de gıkını çıkarmazdı. Yolda bunları düşündüm hep Horrorscope’u dinlerken. O günden sonra da bu albümden söz ederken aklıma gelen ilk kelime “gerilim” oldu.

Overkill’in en olgun ve ciddi albümünün The Years of Decay olduğu söylenir. Doğrudur, ama zaman zaman ciddilikte ondan hemen sonra çıkan Horrorscope onu geçebilir. Zira albümdeki tüm şarkıların karakteristiği birlik içinde, tabi son iki şarkı ile Frankenstein adlı cover dışında. O da Edgar Winter’ın 1973’te yayınladığı bir albümünden. Son iki şarkıyı hiç mi hiç beğenmiyordum, bu ikiliden ilki olan Nice Day for a Funeral başlayınca hele hele ruh halim kötüyse “ay baydın be Overkill” diyordum, zira bu ikili Overkill için biraz depresif kaçıyor. Gerçi Nice Day for a Funeral ile Rock Republic performanslarını izledikten sonra barıştım, son şarkı Solitude’la da albüm favorim olduktan sonra düzelttik arayı ama halen daha albümün genelindeki gerilim havasına sahip olduklarını düşünmüyorum. Ama bütünlük açısından yine de Overkill diskografisinde zirveye oynayan bir albüm Horrorscope. O 3 şarkı dışında dinledikçe öyle geriliyorum ki, gerilimden keyif almanın tadını çıkarıyorum (reklam sloganı gibi oldu heh heh). Hatta şu anda yazıyı yazarken daha bas ağırlıklı ses veren bir hoparlörden dinliyorum, eve yeni getirttim bu eski aletleri, hakikaten ayrı bir keyif alıyorum bu albümden bu haliyle.

Bazı dinleyicileri tarafından Overkill’in en iyi albümü kabul edilen Horrorscope’un o kadar ileri gidip gidemeyeceği artık dinleyenlere kalmış, ama dinlemeyenlere de tavsiye etmekte yarar var. 1990-2000 arasında çıkan en sağlam thrash metal albümlerinden birisi bu. Zira 90-00 arası thrash metal için kan kaybı olduğu kabul edilen bir 10 yıldır, grunge ve alternatif rock sağ olsun, muazzam çok az albüm bulunur. Dolayısıyla dinleyin, dinletin, gerilin.

  1. "Coma" – 5:23
  2. "Infectious" – 4:04
  3. "Blood Money" – 4:08
  4. "Thanx For Nothin'" – 4:07
  5. "Bare Bones" – 4:53
  6. "Horrorscope" –5:49
  7. "New Machine" – 5:18
  8. "Frankenstein" (Edgar Winter) – 3:29
  9. "Live Young, Die Free" – 4:12
  10. "Nice Day... For A Funeral" – 6:17
  11. "Soulitude" – 5:26

Whiplash - Power and Pain

Tony Portaro - Vokal, gitar
Tony Bono - Bas
Tony Scaglione - Davul

80’lerin thrash metal grupları arasında Whiplash’i hiç dinlemediyseniz bile haklarında bir şeyler okuduğunuzda mutlaka aklınızda kalacaktır. Zira, Tony Portaro, Tony Scaglione ve Tony Bono’dan oluşan orijinal kadrosuyla o zamanlar “üç Tony’ler” diye anılıyor grubumuz. Ayrıca Scaglione olan Tony’i bir ara Slayer’da gördük Lombardo’nun yerine. Ne yazık ki bu albümden hemen sonra bozuluverdi bu üç Tony düzeni. Bir sürü eleman girdi çıktı, eleman sayısı 3 ile 5 arasında değişti durdu. Hatta 90’ların ortalarında tarzları da değişti biraz. Neyse ki en son güzel bir geri dönüş yapılarak 1998’de, üç Tony yine bir araya geldi. 1998 gibi bir yılda beklenmesi imkansız bir albüm kapağıyla karşıladılar bizi. Thrashback adındaki bu albümün kapak fotoğrafı o zamanlarda unutulan “aşırılık” pozlarından birini içeriyordu. Fotoğrafın üstündeki logo falan da gayet eski günleri hatırlatıyordu. Müziğine Power and Pain albümü kadar alışamadım ama. Yine de en sevdiğim kapaklar arasına girmiştir hemen.

Biz esas konumuz olan Power and Pain’e dönelim. Tam anlamıyla katıksız bir albüm bu. Saf hız dolu, kaba saba ve kirli vokallere sahip. Şarkı sözleri zaman zaman çok gaz. Spit on Your Grave mesela “kavgaya giderken dinlenmesi gereken ilk 10 şarkı” diye liste oluştursak elini kolunu sallaya sallaya girer. Hayatımda bu kadar ego pompalayıcı çok az şarkıya şahit oldum.

Albüm 34 dakikayla kısa gibi duruyor ama bu kısa sürede de şamarını vurup gidiyor. Muazzam riflere sahip şarkılar. Thrash metal bestelemek isteyenlerin ya da bunu öğrenip üzerinde alıştırma yapmak isteyenlerin dikkatle dinlemesi gereken bir albüm. Özellikle Warmonger ve Power Thrashing Death bu konuda çok güzel şarkılar, bu ikisi arasından da Warmonger ön plana çıkar.

Power and Pain sert ve hızlı olduğu kadar eğlenceyi de göz ardı etmeyen bir albüm. Özellikle son şarkı Nailed to the Cross’un bitiş kısmını dikkatle dinlediğinizde ve grubu gözünüzde canlandırdığınızda inanılmaz eğleniyorsunuz. Rock müzikte bir adet olan şarkı sonlarında doğaçlama bitiş bölümleriyle dalga geçercesine bir türlü bitmek bilmeyen bir bitiş söz konusu. Ayrıca göz önünde canlandırmaktan bahsettim, hani nasıl anlatsam, yani ben canlandırıyorum inanılmaz eğleniyorum. Özellikle "bir davul bir ah" şeklinde tekrarların başladığı kısım çok eğlenceli geliyor.

Bitişiyle tam anlamıyla bir çıldırma albümü olan Power and Pain’i, eğer her albümü 1 satırda anlatmam istense, “Çıldır! Çıldır! Çıldırmayan…” diye devam eden tezahüratla eşleştirirdim. Katıksız bir thrash metal ziyafeti çekmek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir başyapıt kesinlikle. Ayrıca kapağına da hastayım.

  1. "Stage Dive" – 3:09
  2. "Red Bomb" – 5:18
  3. "Last Man Alive" – 3:31
  4. "Message in Blood" – 4:04
  5. "War Monger" – 3:18
  6. "Power Thrashing Death" – 4:13
  7. "Stirring the Cauldron" – 4:18
  8. "Spit on Your Grave" – 2:49
  9. "Nailed to the Cross" – 4:05

Twisted Sister - Stay Hungry

Dee Snider - Vokal
Eddie Ojeda - Gitar
Jay Jay French - Gitar
Mark Mendoza - Bas
A. J. Pero - Davul

Metal müzik sanatçılarından bahsederken bir an gaza gelip “baba” gibi kelimelerle hitap ederiz adamlara. Bundan nasibini alması gereken adamlardan biri de hiç şüphesiz ki Dee Snider’dır. Bir Metalcinin Yolculuğu adlı belgeselde de kendisini izleyip gazı almışızdır, işlerine gelmeyen her şeyi zararlı gösteren aile (!) derneklerine karşı heavy metali savunmasını tezahüratlarla izlemişizdir. Tipper Gore’un Under the Blade şarkısının sadomazoşist öğeler taşıdığı iddiasına verdiği cevapta ve akabinde Gore’u sokak tabiriyle oturtması (ya da arka sokak tabirinin kibarcasıyla “popo etmesi”), belgeseli hep beraber izleyen elemanların gol olmuş kadar sevinmesine, olayı kol kola girip kafa sallamalar eşliğinde kutlamasına sebebiyet vermiştir.

Stay Hungry albümünde adeta bu direnişi temsil eden iki gaz şarkı var ki, aslında albümde popüler olan yegane iki şarkı bunlar. We’re not Gonna Take It ve I Wanna Rock adlı bu şarkılardan ikincisini bizim grupla bol bol coverlamıştık, 2 mısrasını söylemek çok zor hakikaten. Öbür şarkıyı da tek başıma söyledim diğerleri enstrümanlarını çalmıyorlardı. Ama salt vokal durumunda söylemesi bile inanılmaz zevkli. Hele hele gençler, bir kısmının omuzlarında boomboxları, hep beraber koşa zıplaya bu şarkı eşliğinde sokaklara dökülmeli, bunu bir eyleme dönüştürmelidir alanlarda. Her zaman ülkeyi mi kurtaracaksınız alanlarda? Biraz da oraları bize bırakın da heavy metal ruhunu savunalım!

Az evvel dediğim iki şarkının kendi klipleri de var ki, her ikisi de birden ayrı birer efsane. Mağdur olan hep aynı adam ama birinde aile babası, birinde de okul müdürü. Bizimkilerin gazabına uğruyor tabi gençlere karışınca. Bir abartı, bir abartı… Ama hakikaten güzel bir şey bu abartıları izlemesi. Hele hele I Wanna Rock’ın klibinde bir sahne vardır. Her “Rock!” dendikten sonra gençler kafalarını okul dolaplarına vururlar. Efsanedir bu sahne! Bir de We’re not Gonna Take It’in klibinde bir anekdot var, onda da davulcu A. J. Pero bagetleri elinden fırlatır, davulu yumruklarıyla çalmaya başlar. Heheeey işte benim adamım!

Tabi tüm Stay Hungry demek bu iki şarkı demek değil. Daha nice güzel şarkılar var. Ama o iki şarkıdaki coşkuyu, isyanı, gençlik galeyanını arıyorsanız hayal kırıklığına uğrayacaksınız çünkü daha çok kendi kafasına göre takılan şarkılar diğerleri. Mesela Burn in Hell, isim olarak bir metal müzik klişesidir, ama benim duyduğum Burn in Hell isimli en güzel şarkı, Twisted Sister’ınki. Sözleri gayet anlaşılır olduğundan ve gerçekten de olan ve olabilecek bir şeyi anlattığı için insanı baya etkiliyor, mesela kendimi vererek dinlediğimde tüylerimi diken diken ediyor. Ondan sonra iki parçadan oluşan bir Horrorteria var ki Captain Howdy adıyla beni tanıştırmıştır. Adı baya geyik olsa da hakkında kurgulananlar o kadar da değil. The Exorcist roman ve filmiyle henüz bir alakam olmadığından hakkında çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim ama şarkı güzel valla. Çirkin diyecek halim yoktu zaten. Olsun, Horrorteria’nın Street Justice kısmının sonu bağrışmalar dolayısıyla çok gaz bir yer.

The Price denen şarkı hüzünlü desem hüzünlü değil, ama yavaş bir şey, böyle umut dolu falan. Mühim bir hedef konulduğunda dinlemenin motive edeceği bir şey. Mesela üniversiteyi yarıda bırakıp tekrar ÖSS’ye girip daha üst yerleri hedefleyen gençlerimiz dinlemeli, çok güzel uyuyor olaya sözleri.

Şimdi ben albüm tanıtımında her şarkıyı ayrı ayrı yorumlamayı sevmem ama geriye 3 şarkı kalmış zaten, tamamlayayım bari. Don’t Let Me Down klasik bir heavy metal parçası, The Beast sözleri çok kolay anlaşılabilen bir şarkı, birisine hediye ettiğinizde övgü babında güzel bir hediye olacaktır. Zira “geri çekil, canavarı yenemezsin. Akıllı ol” tarzı sözlere sahip. Yavaş tempolu biraz. En son şarkı SMF’in açılımında nahoş şeyler seziyorum ama henüz öğrenemedim (not: sonradan keşfettiğime göre buradaki sayfada bir yerde yazıyormuş açılımı). Karakter olarak albümün iki ünlüsü We’re not Gonna Take It ve I Wanna Rock’a en çok yakın olan şarkı. Eğlenceli, orta tempolu güzel bir şey.

Zaten tüm albüm çok güzel. Hatta bu albümü arabadayken aileme dinlettiğimde baya beğenmişlerdi. Hatta bunun öncesinde Venom’ın Welcome to Hell albümünü dinletmiştim de onu da beğenmişlerdi hayretler olsun ki. Herhalde çok sert gitar vuruşlarına sahip olmadıkları için olsa gerek, kafa ütülemeyen albümler ikisi de. Ailelerden tepki gören albümlerin böyle hoşa gitmesi güzel bir şey tabi ki. Sözlerin benimkiler tarafından anlaşılmamasının payı var tabi. Stay Hungry'i dinleyin, sevin rock'n roll adına.

  1. "Stay Hungry" - 3:03
  2. "We're Not Gonna Take It" - 3:39
  3. "Burn in Hell" - 4:42
  4. "Horror-Teria: The Beginning" – 7:42
    1. "Captain Howdy" – 3:44
    2. "Street Justice" – 3:58
  5. "I Wanna Rock" - 3:02
  6. "The Price" – 3:48
  7. "Don't Let Me Down" - 4:26
  8. "The Beast" – 3:29
  9. "S.M.F." - 2:59

Chris Barnes - Vokal
Bob Rusay - Gitar
Jack Owen - Gitar
Alex Webster - Bas
Paul Mazurkiewicz - Davul

"Bu adam nece konuşuyor?"

Ablam İstanbul'dan dönmüş, yanında sipariş verdiğim kaseti getirmiş, ben de hemen kasetçalara takıp dinlemeye başlamışım. Annem odamdan geçerken sorduğu ilk soru buydu. Aslında güzel bir soru, daha beter "metal müzik duyan anne" soruları var şu dünyada çevreden duyduğum. İnanamayacaksınız ama Chris Barnes İngilizce konuşuyor! Sözleri anlaması hakikaten zor ama booklet denen kağıda bakıldığında münhasıriyeti kavramak mümkün. Birinci kural, eğer İngilizce biliyorsanız yemekten önce ve sonra şarkı sözlerini okumayın. Dinleyebilirsiniz, nasıl olsa sözleri anlamayacaksınız. İkinci kural, yemekten önce ve sonra albümün kapağına kafa yormayacaksınız. Bakmayın demedim, sonuçta hakikaten muazzam bir death metal kapağı, ama kafa yorunca işte, hani insanlık hali falan...

1992'de çıkan bu albüm Cannibal Corpse'un en iyi albümü olarak kabul ediliyor. Yine Painkiller yazısında olduğu gibi itiraf etmem gerekir ki, bu albüm dinlediğim tek Cannibal Corpse albümü. Ama işte Six Feet Under sağolsun Chris Barnes'a hissettiğim yakınlık dolayısıyla kendimde bu albümü yorumlayabilecek gücü bulabiliyorum. Her şeyden önce Chris bey çok güzel bir iş çıkarmış vokallerde. SFU'da duyduklarımızdan daha guttural tonda söylüyor daha çok. Ara sıra ani çığlıklarla uykuya dalmakta olan dinleyiciyi şöyle bir dürtüyor. Zira bası köklemiş, sesi de kısmış şekilde dinleyen genç uykusu varsa eğer gayet tabi uyuyabilir Tomb of the Mutilated dinlerken. Ama bu yaklaşımım yanlış anlamalara da mahal vermesin tabi. Mesela davullara dikkat ediniz. Oldukça ta ta ta ta ta diye gidiyor ritmi. Ara sıra topluyor, toparlıyor, ondan sonra yine ta ta ta ta. Ondan sonra gitarların tonu baya baya kalın. Albümden gerilim fışkırmasında önemli pay sahipleri kendileri.

İlk dinleyişte çok fazla ayırt edilemese de hakikaten özgün şarkılar var. Bir kere en başta grubun en ünlü şarkısı Hammer Smashed Face ile baya bir başlıyoruz olaya. Ondan sonra ikinci şarkı I Cum Blood'ı parmak trampetiyle çalmayı çok sevdiğim ritmiyle hatırlarken, üçüncü şarkı Addicted to Vaginal Skin ise girişindeki monolog sayesinde akılda kalıyor. A yüzünün son şarkısı Necropedophile de sonundaki "Necati!" der gibi çığlıklarla kendini belletiyor. Ondan sonra B yüzünde de yanılmıyorsam Post Mortal Ejaculation'da şarkının ortasında Chris Barnes bir çığlık basıyor ki hiç beklenmeyen bir yerde, ilk dinleyişte insan çıkardığı irkilme efektinden sonra "noluyoz?" falan diyor. Bunlar benim aklımda kalan şarkılar şu anda (bu yazıyı da evden uzak bir yerde yazıyorum zaten). Ayrıca belirtmek isterim ki Jim Carrey'nin filmi Hayvan Dedektifi'nde bir sahnede arkaplanda Hammer Smashed Face çalınmış. Demek ki ana dili İngilizce olanlar anlayabiliyor ki şarkı sözleri iğrenç duygulara sebebiyet verdiği için vokalleri gırlamayla değiştirmişler. Jim Carrey'nin en sevdiği grupmuş Cannibal Corpse, ayrıca Obituary'e de bayılırmış. Bu gerçeği öğrendikten sonra kendisi hakkındaki nötr görüşüm birden olumluya doğru yöneldi.

Tomb of the Mutilated zamanında bolca tartışılan, Almanya'da yasaklanan, kapağı değiştirilen bir albüm. Tabi bu dışarıdan bakanları ilgilendiren kısmı. Bizim içinse baya gaz bir albüm, her saniyesi gerilim dolu bir death metal klasiği. "Iyy iğrenç!" diye türlü önyargılarınız yoksa dinleyiniz, deneyiniz.

  1. "Hammer Smashed Face" – 4:02
  2. "I Cum Blood" – 3:41
  3. "Addicted to Vaginal Skin" – 3:30
  4. "Split Wide Open" – 3:01
  5. "Necropedophile" – 4:05
  6. "The Cryptic Stench" – 3:56
  7. "Entrails Ripped from a Virgin's Cunt" – 4:15
  8. "Post Mortal Ejaculation" – 3:36
  9. "Beyond the Cemetery" – 4:55

Darkthrone - A Blaze in the Northern Sky

Nocturno Culto - Vokal, gitar
Zephyrous - Gitar
Dag Nilsen - Bas
Fenriz - Davul

“Hakiki Norveç Usulü Black Metali” adında çağırılan tarzın en başında gelen grup son zamanlardaki albümlerine rağmen Darkthrone. Benim de hakikaten kendimi yakın hissettiğim tek black metal grubu olmasıyla kendi nezdimde ayrı bir yere sahip. Bunda en büyük pay herhalde diğer Norveçli gruplara kıyasla müzikleriyle ön plana çıkmaları. Şu ana kadar hiçbir kaynakta “Norveç usulü” olaylara karıştıklarını duymadım. Hiç şovmen değiller, sadece kendi işlerine bakıyorlar. Bu bakımdan mesela Mayhem’le karşılaştırınca bizlere güzel bir geyik konusu çıkıyor heh heh.

A Blaze in the Northern Sky, Darkthrone’un ikinci albümü. Ya da black metal kariyerlerinin ilk albümü. Ayrıca dört kişilik olan son kadroları. İlk kayıtları olan Soulside Journey daha ziyade bir death metal albümüydü, ama yine de death metal dediysek gorgorlu şeyler yoktu. Hatta öyle bir hava sunardı ki kendi çapımda “dead metal” diye tanımlandırmışlığım bile vardır Soulside Journey'i. O zamanlar o albümle kemik bir kitle oluşturmuş olamayacağından ve bazı şeyler muhtemelen oturmadığından, A Blaze in the Northern Sky ile birlikte black metale geçilmesi çok tepki toplamamıştır herhalde. Hatta söz konusu Norveçli müzikseverler olduğunda (o anı göz önüne alarak diyorum) memnun bile kalmışlardır herhalde.

Albüm daha kapağından belli ediyor gruptaki değişimi, corpse paint yapmış bir adam (Fenriz diye okumuştum, yoksa o Transilvanian Hunger mıydı?)(şimdi baktım bu kapaktaki adam Zephyrous imiş) görünüyor. Kaydın girişinde de dakika bir gol bir, Agathus Daimon ilahisi eşliğinde senaryosal bir diyalog, albümün adının da telaffuz edilmesiyle güzel bir giriş sunuyor, ardından da uzun mu uzun bir şarkı. Onu geçelim, ikinci şarkıya gelelim. Bence en mühim parça bu, In the Shadow of the Horns. Dikkatle incelendiğinde hatta, günümüzde Darkthrone’un punk öğeleri kullanmasına laf edenlere cevaben sunulabilecek bir şarkı, zira şarkının girişi gayet punk havasında. Fenriz ise bu şarkıda Motorhead’in büyük etkisi olduğunu söylüyor. Özellikle vokalin bir de “C’mon!” demesi bir black metal eserinde yüzümüzün gülmesini sağlayan bir durum olmuş. Sonlarındaki akustik gitarlı bölümüyle de müziğine zenginlik katmış Darkthrone. Ayrıca bir ayrıntı da, akustik gitarın altında çıldıran elektrogitarın çaldığı rifin bir sonraki albüm Under a Funeral Moon’da kullanılması. İlk önce Under a Funeral Moon’u dinlediğim için bu ayrıntıyı keşfedince baya şaşırtmıştı beni bu durum. In the Shadow of the Horns’a en mühim şarkı dedim ama ondan sonra gelen Paragon Belial’i de unutmamak lazım. Bu yazıyı yazarken dinlediğimde kafamı oynatan, tüylerimi diken diken eden, kısacası beni havaya sokan şarkı oldu.

Albümün geneli aslında ilerleyici bir yapıya sahip sayılır. Zaten 6 şarkı var ve bir 10+ dakikalık, iki 7+ dakikalık, bir de 6+ dakikalık şarkılar var. Diğer ikisi de 4 dakikanın üzerinde yine. Çok fazla tekrara rastlamadım açıkçası, hatta yeni yeni bölümler duyuluyor şarkılar ilerledikçe. Gitar tonları çok tiz, kayıt kalitesi bundan sonraki albümlerle karşılaştırınca tertemiz kalıyor. Gitarlar tiz ama yine de müzik kulağı dolduruyor, uçucu değil. Ortanın biraz üstünde bir tempo var, nadiren çıldırma seviyesine çıkıyor bu tempo. Nocturno Culto’nun vokaller yankılı. Aralara Fenriz geri vokaller serpiyor.

A Blaze in the Northern Sky, Darkthrone’un hakiki, halis muhlis, katıksız Norveç black metali tarzındaki albümleri arasında bence en sağlam olanı. Bir ara favorim Under a Funeral Moon’du ama o nispeten dinlemesi daha kolay bir albüm zaten. Bunaysa alışması zor, ama alıştıktan sonra da kendini dinleyicinin favorileri arasına yerleştirmesini biliyor. Neticede çok güzel albüm.

  1. "Kathaarian Life Code" – 10:39
  2. "In the Shadow of the Horns" – 7:02
  3. "Paragon Belial" – 5:25
  4. "Where Cold Winds Blow" – 7:26
  5. "A Blaze in the Northern Sky" – 4:58
  6. "The Pagan Winter" – 6:35

Black Sabbath - Sabotage

Ozzy Osbourne - Vokal
Tony Iommi - Gitar
Terry Butler - Bas
Bill Ward - Davul

Hiçbir zaman kesin cevabı verilemeyecek olan “heavy metalin ilk grubu kim?” sorusunun olası cevaplarından birisi Black Sabbath. 60’ların baya sonundan beri devam eden yollarında bu yazıda yer alan durakları Sabotage albümü. Black Sabbath’ı ilk dinlediğim albümdür de ayrıca, hatta bu ilk dinleme bizzat kasetleri vasıtasıyla gerçekleştiği için bu büyüklerimizi pek fazla dinlemesem de çok mühim albümdür Sabotage benim için. Hiç kuşkusuz, Black Sabbath’ın diskografisi içinde de en mühimi olsa gerek. Ya da en azından en mühimlerinden birisi olmalı.

Albüm Hole in the Sky ve Symptom of the Universe gibi hakikaten bomba gibi şarkılara sahip. Özellikle Symptom of the Universe’ün tarihin ilk thrash metal rifine sahip olduğu söyleniyor. Bu konuda az evvel dediğim kadar tartışma yaşanmaz herhalde. Diğer alt metal tarzlarına da referans sağlıyor bu albüm tabi. Mesela Megalomania böyle bir şarkı, doom metali etkileyen bestelerden. Kesik kesik vokallere sahip, büyük bir kısmı oldukça yavaş tempoda giden, agresif olmayan bir şarkı. Ondan sonra ikinci yarının başındaki şarkı Thrill of it All’un girişini çok beğenirim, çok karizma hakikaten. Bir de birbirine bağlı iki şarkı, birisi Am I Going Insane ve The Writ albümü bitirirken, bu söylediklerimin ilki bolca klavye destekli, sapıtık bir şarkı zaten. Baya da 70’lerin havasını veriyor kulaktan. Hoş, tüm albüm öyle sayılır ama bunu duyunca doğrudan akla koca güneş gözlükleri, afro saçlar, uzun favoriler, pastel ama çeşitli renkler geliyor.

Albümden şarkılar birçok defa coverlanmış doğal olarak. Benim keşfettiklerimin yanına araştırırken rastladıklarımı ekleyerek şunları sıralayayım size: Hole in the Sky Overkill tarafından konserlerde bolca coverlandı, bir tanesi de Fuck You and Then Some derlemesinde yayınlandı. Aynı şarkı Machine Head ve Pantera tarafından da coverlanmış. Symptom of the Universe’i Sepultura coverlamış, ayrıca Daemon adında az bilinen bir grubun (Konkhra ile haşır neşir olanlar tanıyacaktır muhtemelen) The Second Coming albümünde de aynı şarkının coverı mevcut. Ondan sonra Venom’ın da Prime Evil albümünde Megalomania’yı coverladığını biliyorum. Başka da bilmiyorum.

Neticede müzikal olarak önceki albümlerden çok daha zengin bir albüm olan Sabotage, Black Sabbath’ın önde gelen eserlerinden birisi olarak anılması gayet doğal bir şey. Aksini iddia eden olmadığı gibi böyle bir söylemde bulunmayı muhtemelen yazıya artık bir son vereyim diye düşündüm galiba, ama kapatırken şunu da söylemek lazım. Tamam babalar efsaneler falan, yaşlılar da artık, ama n’içün orijinal kadro sadece canlı performans verir son 10 yılda? Konserde harcanan efor stüdyodan daha fazla değil midir? Niye yepyeni bir kayıt yapmazlar da yılların isim büyüklüğünün sağladığı talep üzerine paraya para demezler yayınlanan bir sürü canlı albüm ve derlemeler ile? Orijinal kadronun büyüsü mü bozulur? Herhalde bu yüzden olsa gerek, solo çalışmalara devam ediyorlar yine. Bundan sonrası artık derin mevzular. O yüzden burada keselim, Sabotage güzel albüm heh heh.

  1. "Hole in the Sky" – 3:59
  2. "Don't Start (Too Late)" – 0:49
  3. "Symptom of the Universe" – 6:29
  4. "Megalomania" – 9:46
  5. "The Thrill of It All" – 5:56
  6. "Supertzar" – 3:44
  7. "Am I Going Insane (Radio)" – 4:16
  8. "The Writ" – 8:09

Judas Priest - Painkiller

20 Nisan 2008 Pazar

Rob Halford - Vokal
K.K. Downing - Gitar
Glenn Tipton - Gitar
Ian Hill - Bas
Scott Travis - Davul

İtiraf ediyorum, bu yazıyı yazdığım şu anda dinlediğim tek Judas Priest albümü Painkiller. Onu da zamanında Zor dergisinde okuduğum bir kritiğin gazıyla edinmiştim. 10 üzerinden 10 vermişti yazar kişi bu albüme. Sonra dinledim baktım, oo dedim, hakikaten de klasikmiş kendileri. Bir başka itiraf da bu albüm sürekli dinlediklerim arasında değildir, ara sıra nadiren estiği zaman dinlerim. Ama her dinleyişimde muazzam bir tat, muazzam bir müzik ziyafeti azizim… Hele bir keresinde elektrikler kesilmişti, mum ışığında ders çalışayım demiştim, bu arada da bu albümü dinliyorum. İnanılmaz bir keyifti. Evde tek başıma yaşasam herhalde hobilerimden birisi ışıkları söndürüp mum ışığı eşliğinde Painkiller dinlemek olurdu.

Epik ama günümüze yakın. Zaten şarkılardaki epiklik böyle olmalı. “Toplanın hadi adam dövmeye gidiyoz” tarzında mesela. Ya da “o kadar vücut çalıştım ki zincirimi kırarım motorumla turlayıp hava atarım” gibi. Bu söylemler All Guns Blazing’in girişindeki salt vokalin olduğu kısmı duyunca aklıma geldi. Neredeyse tüm şarkılar da bu havada seyrediyor zaten. Tam motor işi. Ama bu sefer dağ bayır gezmeye değil de adam dövmeye gider gibi düşünüyorum niyeyse. Bunda maço ve kuvvetli müziğin de payı çok büyük hiç kuşkusuz. Heavy metal tarzına imza olabilecek kısımlara sahip şarkılar hep.

Öne çıkan şarkıları saymak gerçekten zor benim için. Anca şu anda çalan Metal Meltdown’daki solo düellosundan bahsedebilirim. Bir sağdan bir soldan çok güzel solo manyağı oluyorsunuz. Ayrıca diğer şarkılardan farkı birkaç yüz metreden fark edilebilecek tek şarkı A Touch of Evil. Albümde sentezleyici kullanılan tek şarkı olduğu yazıyor ama o zaman Nightcrawler’ın başındaki kısım nedir diye sorarım buradan Vikipedi’ye yazan kişiye. O da duymaz beni tabi, yabancı zaten. Neyse, A Touch of Evil hakikaten diğerlerinden bir miktar farklı bir şarkı, ama bir o kadar da en çok tüy dikenleştiricisi özelliği taşıyor. Bir miktar daha yavaş tempolu, ama yine bir o kadar da gayet damar melodilere sahip bir şarkı. Sözleri şeytani ele geçirilme üzerine gibi görünse de Rob Halford Metal Hammer’a verdiği röportajda bunun aslında metaforik bir aşk şarkısı olduğunu söylüyor. Söz konusu metafor olunca her şey mümkün azizim heh heh. Ayrıca söz muhtevadan açılmışken şarkı olan Painkiller’ın konusuna da değinelim (sen sağol Vikipedi). The Painkiller denen şey kurgusal bir mesih imiş. Metal bir mesih olan The Painkiller (ya da “metal mesihi” de olabilir belki. İngilizce dilinin kendi basitliğine verelim bunu) (ama kapaktaki karakter de metalden) dünyaya kötülüğü ve insanlığın yok edilişini önlemek üzere gönderiliyor. Gerisini de şarkı sözlerinde anlatmışlardır herhalde artık.

Diğer albümleriyle malum nedenlerden ötürü kıyaslayamıyorum ama herkes “Painkiller en iyi albüm” dediyse vardır bir şey deyip susmak lazım. Hatta bilir misiniz sevgili okurlar, bir ara Boo!’da “10 Klasik Metal Albümü” diye bir yazı yazayım demiştim de vazgeçmiştim. O onlunun içinde bu albüm de vardı. Niye ilk 50 içinde 28. sıraya koyduğumu sorarsanız, o da listenin aşırı kişisel olduğundan dolayıdır. Dedim ya, uzun aralıklarla dinliyorum. Ama dinledim mi de mest oluyorum şahsen. Günün birinde kocaman bir motorum olursa arkasına Leather Rebel yazdırmam dileğiyle (liselim yazmaktan iyidir herhalde heh heh), iyi dinlemeler.

  1. "Painkiller" – 6:06
  2. "Hell Patrol" – 3:37
  3. "All Guns Blazing" – 3:58
  4. "Leather Rebel" – 3:35
  5. "Metal Meltdown" – 4:48
  6. "Night Crawler" – 5:45
  7. "Between the Hammer & the Anvil" – 4:49
  8. "A Touch of Evil" – 5:45
  9. "Battle Hymn" – 0:58
  10. "One Shot at Glory" – 6:49

Misfits - Earth A. D.

Glenn Danzig - Vokal
Doyle - Gitar
Jerry Only - Bas
Arthur Googy - Davul

Eğer bir Amerikan vatandaşı olsam acaba Misfits için aynı şeyleri hisseder miydim bilmiyorum. Çünkü sözlerinin muhtevası korku konuları üzerine ve ben onları (en azından Glenn Danzig’li kayıtlarını) dinlerken çok eğleniyorum. Yani öyle bir eğlence ki, bu eğlence beni neşelendiriyor. Neşeli bir insan oluyorum onları dinledikçe. Halbuki korkmasam bile en azından karanlık hislere sürüklenmem gerekir sözlerine dikkat etsem. “İngilizcem manyaktır benim” diye çevreye çok güzel hava atarım ama ana dil olmayınca şarkı sözleri şarkı sırasında çok da dikkate alınmıyor işte.

1977’de kurulan grup 1983’e kadar devam ediyor, ondan sonra dağılıp 1995’te tekrar bir araya geliyor. Ama ikinci gelişte kurucu Glenn Danzig yok. Reddediyor grubu yeniden kurmak isteyen Jerry Only ve Doyle’u. En azından isim haklarını veriyor da grup yine Misfits adıyla görünüyor. Ama merchandising haklarını da paylaşmak şartıyla. Neticede grubun benim sevdiğim kısmı Danzig’in bizzat dahil olduğu kayıtlar. Çünkü yani nasıl desem, 1995’ten sonraki kayıtlar çok böyle hani Amerikan gençlik filmlerinde duymaya alıştığımız tarzda “liseli punk” diye adlandırdığım şeylere benziyor. Gerçekte benzemiyorsa da bir şeyler var ki ısınamadım. Ama 77-83 arası dönem öyle mi hiç? Son derece muazzam. O zamanlar çıkan albümlerden Earth A. D. çok güzel.

Earth A. D. ve bazen yanına konulan Wolfsblood isimli albüm en sevdiğim Misfits albümü olur mu bilmem. Aslında olabilir de. Bunda da çok güzel şarkılar var. 77-83 döneminin son albümü olan bu Earth A. D.’deki şarkılar öncekilere nazaran daha hızlı, daha sert, daha az melodik ve muhtevası daha kanlı. Bu durum tabi eğlenmeye engel değil. Hala çok eğleniyorum albüm boyunca. Bu albümün en sevdiğim yanlarından birisi şarkıların adeta tekerleme gibi olması. Aslında bu sadece bu albüm için değil Misfits’in neredeyse tüm 77-83 dönemi için geçerli. Eğlenmemin en mühim sebeplerinden birisi bu olsa gerek. Albümün geneli bağırmalı vokallerle geçiyor ama bazen bağırma anırmaya dönüşüyor ki buralar çok keyifli. Şarkılardan 3 dakikayı geçen bir tek Die Die My Darling var, o da zaten Metallica sağ olsun baya ünlüdür bu sayede. Metallica’nın meşhur ettiği şarkılardan söz etmişken Green Hell de bu albümde yer alıyor.

Basit bir müzik olan punkı böylesine zenginleştiren nadir gruplardan olan Misfits’in sadece bu albümünü değil, o dönemdeki tüm bestelerini öneririm benden tavsiye isteyenlere. Nedenini tam olarak bilmiyorum ama dinledikçe keyiflendiren bir müzik bu. Hiç karanlık değil, hatta iyice çocuklaşmak gerekirse şarkılar birer oyun gibi (evet tekerlemeden oyuna geçtik heh heh). Bütün çocuklarımız bu şarkıları benimsemeli, yağ satarım bal satarım oyununu Death Comes Ripping diye değiştirmeliler.

  1. "Earth A.D." – 2:09
  2. "Queen Wasp" – 1:32
  3. "Devilock" – 1:26
  4. "Death Comes Ripping" – 1:53
  5. "Green Hell" – 1:53
  6. "Mommy, Can I Go Out & Kill Tonight" – 2:03
  7. "Wolf's Blood" – 1:13
  8. "Demonomania" – 0:45
  9. "Bloodfeast" – 2:29
  10. "Hellhound" – 1:16
  11. "Die, Die My Darling" – 3:11
  12. "We Bite" – 1:15

Mayhem - Deathcrush

Maniac - Vokal
Euronymous - Gitar
Messiah - Ek vokaller
Necrobutcher - Bas
Manheim - Davul

Hayatı filme alınabilecek gruplardan en filmlik olanı Mayhem’in 1987 kayıtlı bu kısa albümü şu andaki konumuz. Norveç black metal grupları arasında demo olmayan ilk yayınlanmış kayıt olma özelliğine sahip olan Deathcrush kanımca en severek dinlediğim albümleri. Bunda kısa olmasının da bir katkısı var mıdır bilmiyorum ama yine bu ayarda kaydedilmiş ama 40-50 dakikaları bulsa yine de sıkılmazdım herhalde. Mayhem’in sonraki kayıtlarından çok farklı, daha değişik bir havası var. Serseri kokusu alıyorum Deathcrush’ı dinlerken. Yanılıyorsam düzeltin de bunda müzikteki bol punk etkisinin payı büyük olsa gerek. Vokaldeki Maniac adlı arkadaşımız eşi benzeri o zamana kadar görülmemiş olabilecek bir performans gösteriyor (o zamandan sonra Burzum’da rastladım ben mesela). Adeta işkence görüyormuş gibi bir ses veriyor bu albümde. Maniac’in sonraki kayıtlarına baktım buradaki aynı tarzda söylemiyor oralarda. O zaman Deathcrush’ı diğer kayıtlardan farklı bir yere koymam doğal demektir.

Albümdeki Mayhem bestelerinin hepsi de grubun ilerleyen dönemde klasik haline gelen şarkılar. Neredeyse her konserin demirbaşları. Giriş niteliğindeki Silvester Anfang parmaklarıyla masaya vuranlar için çok güzel şarkı, sadece vurmalı çalgıların kullanıldığı bir şey. Metal müziğe “ıyy” diyen parmakvurucular bile dinlemeli, toplantıda ya da derste sıkıldığında uygulamaya başlamalı. Ondan sonra Deathcrush, Chainsaw Gutsfuck, Necrolust falan bunlar çok serseri şarkılar. Hele hele Necrolust inanılmaz bir şey, bir ara tempo çıldırıyor, dinlerken bile manyak olunuyor. Hakikaten inanılmaz bir his. Şu anda dinliyorum ama henüz oraya gelmedim. Gelene kadar şu an çalan Witching Hour’u anlatayım. Venom’ın en çok coverlanmış şarkılarından birisi. Deathcrush’a bir miktar rock’n roll katıyor (Venom’ın tarzında bir miktar bundan da vardır). Hah şimdi geldim Necrolust’a. İnanılmaz bir şey, şarkı ikinci yarısından itibaren o kadar hızlanıyor ki yani nasıl anlatsam, vokalinden gitarına, basından davuluna tüm grup birden çıldırıyor adeta. Herkeste inanılmaz bir hız, bir manyaklık… Mayhem’in açık ara en sevdiğim şarkısı Necrolust.

Filmlerde kullanılabilecek bir şarkı (Weird) Manheim, albümün bazı yayınlanmalarında tek başına 3 dakikalık bir şarkı olarak görünürken, gerçekte özünde az evvel dediğim gibi filmlerde kullanılabilecek bir enstrümantal parça, ardından Pure Fucking Armageddon geliyormuş. Bendeki albümde tek parça halinde, PFA’nın adı geçmiyor.

Neticede hakiki Norveç usulü black metalin en ilk örneklerinden birisi olan Deathcrush ekstrem metal sevenler tarafından kesinlikle dışlanmayacak bir albüm olsa gerek. Temiz müzik taraftarlarıysa muhtemelen pek beğenmeyeceklerdir. Ama kişisel fikir olarak en güzel Mayhem kaydı Deathcrush açıkçası. Evet bu kadar, bitti, heh heh.

  1. "Silvester Anfang" – 1:56
  2. "Deathcrush" – 3:33
  3. "Chainsaw Gutsfuck" – 3:32
  4. "Witching Hour" – 1:49
  5. "Necrolust" – 3:37
  6. "(Weird) Manheim" – 0:48
  7. "Pure Fucking Armageddon" – 2:09
  8. "Outro" – 1:09

Sodom - M-16

20 Mart 2008 Perşembe

Tom Angelripper - Vokal, bas
Bernemann - Gitar
Bobby Schottkowski - Davul

Bu aralar Boo! dergisinde devam eden "En iyi 50 albüm" konusuna eğer şimdi başlasaydım o 50 albümün arasında zirveye oynayanlardan birisi, şu anki mevzumuzun bahsi albüm M-16 olacaktı. Aslında tabi listenin geri kalanını istediğim gibi manipüle edebilirim, benim dışımda kimsenin de ruhu duymaz ama sadık kalmak lazım olaya.

M-16'yı son birkaç haftadır dinlemekteyim, diğer Sodom albümlerinin yanında. Bu yazıyı yazdığım günün dününün gecesi, aslında bugünün ilk saatleri, yani saat 2-3 suları, çeviri yapmaktan ve geç yatmaya alışkın olmayan bünyeyi bu saatlere bırakmaktan bitkin düşmüşüm. O saate kadar da Sodom albümlerini art arda patlatmışım. En son da M-16'yı dinliyorum, diğer yandan çok yavaş bir şekilde öbür işlerimi yapıyorum. İşte ne olduysa o an oldu. Birdenbire tüylerim diken diken olmaya başladı, müzikten gerçekten haz almaya başladım, evde tek başıma olsam ve komşular da olmasa bilgisayarın başında "holeloooy! helelooooy" diye bağıracaktım sevinçten. Naptınız bre Alman üçlü? Bu kadarı da yapılır mı bu vakitte? Bir albüm hem taş gibi olacak, hem içli olacak, hem konu bütünlüğü içinde olacak, hem de bu bütünlükte her bir şarkı birer birer hatırlanabilir nitelikte olacak? Yok artık Lebron James!

Şimdi bu yazıyı tamamen bu albümün gazı altındayken yazıyorum, dolayısıyla birkaç gün ya da hafta sonra bu kadar coşkulu görüşlere sahip olmayabilirim bu albüm hakkında. Ama bu yazıyı tamamen M-16'ya methiye yazmaya adamak istiyorum. Tabi arada bilgiler de verelim. Mesela bu albüm bir konsept albüm, tümüyle Vietnam Savaşı'nı konu alıyor. Yalnız sözleri tam manasıyla incelemedim, henüz tam olarak hangi taraftan bakıyorlar olaya bilemeyeceğim. Sonuçta sözleri incelemeden önce bir de tarihi belgelere bakıp Vietnam Savaşı üzerine bilgi sahibi de olmak lazım. Sadece bu albümü anlamak için değil, illa anlamaya da gerek yok ama genel kültür açısından. Bence müziğin görevlerinden birisi zaman zaman da bu olmalı, dinleyicisini işlediği konu üzerinde araştırma yapmaya, bilgi sahibi olmaya motive etmeli.

Albüme tabi doğal olarak bir savaş havası hakim, her şarkıda bunu hissetmek mümkün. Şarkılar arasında hiç çıkıntı olanı, "ne alaka?" dedirteni yok. Sondaki The Trashmen coverı Surfin' Bird bile albümün bütünlüğü dahilinde. Oysa ki baya eğlenceli ve hatta saçmalayan (bazen saçmalamak güzeldir) bir şarkı. Ama zaten orijinali de Savaş döneminde yazılmış, o havayı solumuş ve hatta yine Savaş ile ilgili diğer mecralarda da yer almış. Sodom da zaten buna göre seçmiştir herhalde şarkıyı. Zaten neredeyse her albümün sonuna eğlenceli bir cover yerleştirmeyi gelenek haline getirmişler, burada da hem geleneği hem de konsepti bozmuyorlar.

Albümde çok damar şarkılar var. Genel olarak damar olarak söylenemeyecek bazı şarkıların da damar rifleri var. Mesela albüme adını veren şarkı. İlk defa dinleyen birine parçalar halinde dinletilse ve ilk önce "We shoot'em down" nakaratı gelse "neresi damar bunun arkadaşım?" diye soru yöneltmesi doğal olur. Ama şarkının temel rifi hiç de öyle değil. Ondan sonra Napalm in the Morning, girişindeki monolog ile belgesel havası veren, albümün en içli şarkısı. O monolog dediğim şey de zaten Apocalypse Now filminden alınmış. I am the War ise en gaz şarkı ki, 2. sırada zaten, albüm esas onunla başlıyor. Among the Weirdcong zamanında Pandora adlı sitenin buralarda da hizmet verdiği güzel günlerde keşfettiğim bir şarkı, hemen ilk başta. Bu saydığım dörtlü zaten genelde konserlerde çalınan şarkılar. Onun dışında dikkatimi çeken şarkı ise Surfin' Bird'ü saymazsak kapanış şarkısı olan Marines. Hakikaten şahane, ortasında geçen ve Full Metal Jacket filminden alınan asker marşları insanda "asker olsak da savaşa gidiversek hemen" diye bir şey uyandırıyor.

Bu gazla işin tekniğine bakmıyorum, sadece şahane şarkılar var aklımda. Saymadığım diğer şarkılar da araları çok güzel dolduruyor ve albümün konusunu başarıyla tamamlıyor. Her bir akor, her bir davul vuruşu güzel bir hoparlör ya da kulaklıkla dinlenildiğinde ruhu fevkalade besliyor (bu yazıyı yazarken monitörün hoparlörlerinden, dün geceyse kulaklıktan dinliyordum da ondan bu kanıya vardım heh heh). Thrash metal sevip henüz dinlemediyseniz M-16'yı sıradakiler listesinin üst sıralarına tırmandırmanızı tavsiye ederim.

  1. "Among the Weirdcong"
  2. "I Am the War"
  3. "Napalm in the Morning"
  4. "Minejumper"
  5. "Genocide"
  6. "Little Boy"
  7. "M-16"
  8. "Lead Injection"
  9. "Cannon Fodder"
  10. "Marines"
  11. "Surfin' Bird"

Overkill - I Hear Black

17 Mart 2008 Pazartesi

Bobby Ellsworth - Vokal
D. D. Verni - Bas
Tim Mallare - Davul
Merrit Gant - Gitar
Rob Cannavino - Gitar

Overkill'i ben nerede gördüm dur düşüneyim bakalım. Sanırım RockArt'ın 9. sayısıydı. Bir video röportajları vardı, bir de konserden Hammerhead ile Powersurge performansları vardı. Ve ben o videoda Bobby'nin performansını görünce ağzımın oynar parçası yerçekiminin etkisine kapılmıştı. O zamanlar yine de izlediğim konser görüntülerinin sayısı bir elin parmağını geçmiyordu belki, ama yine yine de izlediğim en muazzam konser performansıydı (abes bir değerlendirme oldu tabi). Overkill ile ikinci karşılaşmam ise Gaziemir Kipa'da gözüme kestirdiğim bir müzik markette oldu. Dükkanın başında yaşlı bir amca vardı, hatta o zamanın küçüklük gazıyla kendisiyle röportaj yapmıştım yayınlarım o zamanki sitemde diye. Tabi metni hazırladım ama hiç bir zaman yayınlamadım o röportajı ayrı konu. Bir daha da sanırım görmedim. Her neyse, o dükkandan çok kaset almışımdır, bunlardan birisi de Overkill'in I Hear Black kasetiydi.

Marketten çıkıp arabaya bindik, eve dönüyoruz. Kaseti hemen taktım walkmane ve ilk Overkill albümüm çalmaya başladı. Daha önce gördüğüm videodaki şarkıları hayal meyal hatırlıyorum, hangi albümde olduklarını da bilmiyorum, acaba bu kasette olur mu diye pür dikkat dinliyorum. En fazla I Hear Black yaklaşıyor o izlediklerime, o da Bobby'nin hareketlerini gözümün önünde canlandırabilmemden dolayı.

Dinlediğim şey tam bir heavy metaldi. O zamanlar tür teşhisini koymakta oldukça başarısızdım, yeterli bilgiye sahip olmamaktan kaynaklanıyordu bu. Mesela Benediction'ın Transcend the Rubicon'ına death mi yoksa black metal mi diyeceğimi anca forumun birinde sorarak öğrenmiştim. Sonra Hypocrisy'nin aynı adlı albümüne (yine aynı yıllarda) black metal deme gafletinde bulundum ki sonrasında zaten bir süre türlerin karakteristiklerini ve örneklerini oturtana kadar da konuşmadım heh heh. Neyse, I Hear Black'te duyduğum Overkill'e heavy metal demiştim bir kere, ama grubun esas thrash metal olduğunu duyunca yine kıllandım kendimden. Ama bu sefer bir miktar haklıydım, çünkü grubu tanımak adına en yanlış albümden başlamıştım. I Hear Black, Overkill'in en yavaş, aynı zamanda en ağır (gitarların çıkardığı sesin kilosu bakımından) albümüydü. İlk bu albümü dinledikten sonra benzer bir Overkill albümü daha dinlesem çok şaşırmazdım ama şu anki halimle söylüyorum ki ikinci bir I Hear Black gelse bir çok Overkill dinleyicisi sıkılabilirdi belki.

Bu girişe göre albüm o kadar da mühim değilmiş gibi gelecek ama esas şimdi anlatmaya başlayalım bakalım. Bence I Hear Black çok güzel bir albüm. Sürdüğü 51 dakika boyunca ağır bir hava yaratıyor. Yani nasıl desem, böyle ne yaptığını bilen, olgun bir ses hakim albüme. Bildiğimiz Overkill temposundan biraz daha yavaş, ama belli karakteristik özellikler yine bizimle beraber. Mesela yer yer ve özellikle Undying'de kullanılan Bobby'nin çığlığı, D. D.'nin kendisiyle özdeşleşmiş bas tonu yine bizle birlikte. Diğer 3 pozisyondan da özellik saymak isterdim ama onları bulacak kadar teknik dinleyici değilim hala heh heh. Ama sadece pozisyondan da saymaya gerek yok. Yine kafa karıştıran sözlere sahip mesela albüm.

Albümde öne çıkan şarkılar aslında hepsi. Gerçekten hepsini çok beğeniyorum. Özellikle sevdiğim şarkılar, albümle aynı adı taşıyan şarkı, aklıma Bobby'nin sahnedeki jest ve mimiklerini getirdiği için. Feed My Head'i, kendisini anladığımı hissetmem için nakaratını anlamam yettiği için seviyorum. Hatta tam kararında bir tempoda kafa sallamaya izin verdiği için ayrıca seviyorum. Shades of Gray zaten yavaş olan albümün en yavaş şarkısı ama sözleri bir keresinde içinde bulunduğum bir durumla birebir uymuştu, ondan özel bir bağ vardır aramda. Spiritual Void direkt "haydi eller havaya" şarkısı zaten, ondan severim. Undying'e az evvel değinir gibi oldum zaten, çığlığa kadar sakin sakin ilerleyen şarkı, çalındığı konserde çığlıktan sonra ortalığı yerle bir etme üzerine yazılmış gibi sanki. Zaten bu çığlıktan albümün sonuna kadar artık bildiğimiz Overkill'i duyar gibi oluyoruz. Dağıtıyor ortalığı. Just Like You adlı son şarkı albümdeki en öz thrash metal bestesi.

Dinledikçe keyif aldığım albümlerin başında gelen I Hear Black'in kişisel nezdimde önemli olması da cabası tabi. Son 2,5 yıldır en sevdiğim grup olan ve ara ara dinleme sıklığım değişse de daha uzunca bir süre (belki de tüm hayatım boyunca) en sevdiğim grup olarak kalacak olan Overkill'in dinlediğim ilk albümü olması kaset ile aramda yeterince duygusal bağ kurduruyor bana. O yüzden, "yaşasın Overkill" diyelim, "yaşasın I Hear Black" diyelim. İyi dinlemeler.

  1. "Dreaming in Columbian" – 4:00
  2. "I Hear Black" – 5:37
  3. "World Of Hurt" – 5:19
  4. "Feed My Head" – 5:36
  5. "Shades of Grey" – 5:19
  6. "Spiritual Void" – 5:13
  7. "Ghost Dance" – 1:46
  8. "Weight of the World" – 4:07
  9. "Ignorance and Innocence" – 5:00
  10. "Undying" – 5:25
  11. "Just Like You" – 4:13

Exodus - Pleasures of the Flesh

Steve Souza -Vokal
Gary Holt - Gitar
Rick Hunolt - Gitar
Rob McKillop - Bas
Tom Hunting - Davul

Bay Area Tokatçıları’ndan Exodus’un bu ikinci albümü, sesi Bon Scott kılıklı Steve Souza’nın gruba katıldığı zamandan sonradır. Paul Baloff o zamanlar niçin ayrılmıştı bilmiyorum ama Souza ile bence grubun müziği daha oturmuş, daha klasik bir thrash metal tarzına bürünmüştü. Tabi ki ana akıma uygun değil ama yine de thrash metale yabancı insanları bile çekebilecek bir hale gelmişti müzikleri. En azından Exodus’u ilk keşfettiğim zamanlar düşüncem böyleydi. Hatta 2, 3 ve 4. albümlerinin birbirine çok benzediğini düşünürdüm. İçlerinden ilk olarak Fabulous Disaster’a ısınmıştım. Sonra zamanlar diğer albümlere de alıştıkça ilk önce aslında bu müziğin de gerçekten sert ve sağlam olduğunu keşfetmiştim (sessiz ortamda kulaklıkla son ses dinlersem tabi böyle olur heh heh). Ardından bu üç albümün birbirinden farkını anlamıştım. Bu farklılıklara göre Impact is Imminent daha ilerleyici bir müziğe sahipken Fabulous Disaster daha basit ve eğlenceli, yazının konusu Pleasures of the Flesh ise damar bir albüm. Hatta şu an diyorum ki, Exodus’un en damar albümüdür bu albüm. Tabi damardan kasıt yavaşlık, yumuşaklık, müziğin hissiyatı falan değil; bilakis gayet tempolu ve sert bir sese sahip. Ama duygulara dokunabiliyor ve bu duygular tabi ki olumsuz duygular. Özellikle nefret ya da insanları önemsememe duygusu yoğunken dinlemek insanda haz sağlıyor. Sözlere bakarak değil, müziğin hissettirdiklerine göre söylüyorum bunu. Mesela ‘Til Death Do Us Part şarkısını tamamen o düşüncelerle dinlediğimde, güzel oluyor. Daha iyi bir anlatım beklerdiniz benden biliyorum ama aklıma gelmedi heh heh.

Braindead var bu albümde, bence albümün en yüksek reytingli şarkısı. Hatta sloganlara sebebiyet vermiş, gayet doğrudan bir şarkı, güftesiyle. “You look like a vegetable to me” cümlesini günün birinde yabancı biriyle karşılaşır da onunla ağız dalaşına girersem kullanmam için yan cebime koymuş bir şarkıdır. Ondan sonra albüme adını veren şarkının girişi balta girmemiş ormanların yerlilerinin manzarasını hatırlatıyor, ana konuysa yamyamlık müessesesi. Bu saydığım iki şarkıyla beraber Seeds of Hate’i de Paul Baloff yazmış.

All Music Guide’da beğenilmeyen bu albüm için No Life ‘til Metal sitesi yazarı amcamız grubun Fabulous Disaster’ı ile birlikte en iyi albümü olduğunu söylüyor. Thrash metal klasiklerinden birisi diyor. Ben o kadar yükseğe taşır mıyım bilmem ama (yemek konusunda da böyle kararsızımdır) güzel albüm Pleasures of the Flesh. Geri vokallerin Bonded By Blood’daki gibi karmaşa için kullanılmadığı ama çok güzel çete havası verdiği, son şarkısıyla “hakkaten bu dönemi de aşırı ve baya sertmiş” dedirten, güzel bir albüm. Yiyiniz.

  1. "Deranged" - 3:47
  2. "'Til Death Do Us Part" - 4:52
  3. "Parasite" - 4:57
  4. "Brain Dead" - 4:18
  5. "Faster Than You'll Ever Live to Be" - 4:29
  6. "Pleasures of the Flesh" - 7:37
  7. "30 Seconds" - 0:42
  8. "Seeds of Hate" - 5:02
  9. "Chemi-Kill" - 5:46
  10. "Choose Your Weapon" - 4:51

Darren Brookes - Gitar
Peter Rewinsky - Gitar
Frank Healy - Bas
Dave Ingram - Vokal
Ian Treacy - Davul

Benediction’ın özel bir yeri vardır bende, zira aldığım ilk death metal kaseti onların Transcend the Rubicon adlı albümüydü. Aslında bu konu kendi çapımda tartışmalı. Çünkü bununla beraber aynı anda Daemon’ın The Second Coming kasetini de almıştım, açıkçası ilk olarak Daemon’ı dinlemiştim. Ama Benediction’da daha öz bir death metal tadı almak mümkün olduğundan “aldığım ilk death metal kaseti” sıfatını Transcend the Rubicon’a biçiyorum.

İlk olarak dikkat çeken şey kasetin kapağıydı. Saatlerce bakardım, her defasında da yeni bir ayrıntı yakalardım. Dan Seagrave’in çizdiği kapak gerçekten muazzamdı. Sonra müziği dinlediğimde bir an için korkmuştum çünkü “bu albümdeki şarkıları nasıl aklımda tutacağım yahu?” diyordum kendime. Öyle ki, albüm boyunca gerçekten çok az nakarat var, şarkı sözleri (mübalağa da yapmam gerekirse) adeta roman gibi. Gittikçe de gidiyor, nasıl hatırlarım bunu? Zira ilk zamanlar çoğu zaman albümün ortasında bir an nerede olduğumu kaybediyordum. Walkman otomatik olarak kasetin yönünü değiştirebildiğinden mühim bir bilgiydi bu benim için. Ayrıca bir başka gariplikse şarkıların bir kısmının başı ve sonunun bağlı, hatta birbirine yakın olmasıydı. Bir şarkının ne zaman başladığını kestiremiyordum. Listeye bakıyordum, o anda oynayan şarkının numarası tutmuyordu. Bunu şöyle çözdüm, ilk şarkı Unfound Mortality iki kısımdan oluşuyor, arada verilen uzun es yeni bir şarkıyı haber vermiyor yani. Sonra I Bow to None ile Painted Skulls birbirine bir rif ile bağlı, öyle ki iki şarkıyı birbirinden ayırsak birinin sonuna, birinin de başına gayet uyabilir. Keza Face Without Soul ile Bleakhouse da birbirine bir davul solosuyla bağlı. Bunlar kasetten dinlerken belli bir seviyeye kadar nerede olunduğunu dinleyiciye bildirmeyecek şeyler.

Bütün albüm bazı yerler dışında orta tempoda gidiyor. Temponun tavan yaptığı yerler de var tabi. Albümün bu karakteri sayesinde sakin sakin death metal ziyafetimizi çekebiliyoruz. Vokalleri de anlamak gayet mümkün. Bildiğimiz brutal vokaller gibi gırtlakta biraz değiştirmekle çıkan bir ses değil sanki, Dave Ingram’ın günlük hayattaki sesinin ta kendisi. Tabi eğer günlük hayatta da bu kadar aşırı kalın bir sese sahipse kendisi.

Transcend the Rubicon death metalin üst düzey örneklerinden birisi. Henüz klasik adayı falan diyemiyorum, zira Benediction’ın diğer albümlerinden sadece Grind Bastard’ın kasetini dinledim. Diğerlerine herhangi başka bir medyada sahip değilim. Ondan sonra zaten benim en hakim olduğum tarz thrash metal. Sonra “bilip bilmeden konuşma azizim” derler adama heh heh. Neyse, albüme geri dönüp bir cümlede bitirelim; çok güzel (aklıma çarpıcı bir cümle gelmedi).

  1. "Unfound Mortality" – 3:46
  2. "Nightfear" – 3:07
  3. "Paradox Alley" – 4:35
  4. "I Bow to None" – 4:12
  5. "Painted Skulls" – 4:20
  6. "Violation Domain" – 4:16
  7. "Face without Soul" – 4:00
  8. "Bleakhouse" – 3:51
  9. "Blood from Stone" – 5:22
  10. "At the Wrong Side of the Grave" – 3:09 (The Accüsed cover'ı olur kendileri)
  11. "Artefacted / Spit Forth" – 6:45

Hazy Hill - 8800

Ufuk Önen – Vokal
Zafer Altundağ – Gitar
Ekim Can Bayram - Bas
Mete Kuteş – Davul

80’lerin sonunda kurulup 90’larda faaliyet gösteren yerli gruplardan birisi daha, Hazy Hill, Ankara’dan katılıyor. Zamanında sıfırdan uzun süreli albüm dışında birçok mühim ve güzel şeyler yapmışlardı. Yurtdışında konser veren ilk yerli grup olması, 91 yılında İzmir’e konsere gelen Mayhem’in alt grubu olması… Yani somut olarak bunlar var elimde şimdi. Neyse, grubun tüm diskografisini birden kapsayan, üstüne yeni şarkılar da eklenmiş olan 8800 tam bir koleksiyon değeri taşıyor. Herhalde artık önceki demoları bulmak imkansızdır değil mi? Hatta belki artık bu albümü bulmak bile imkansıza yakındır, zira 8 yıl geçmiş üstünden aboo. Valla halbuki kasetini aldığım gün daha dün gibi.

Albüm ters kronolojik sıraya göre yeniden eskiye doğru gidiyor. Böylece grubun müziğinin zaman içinde geçirdiği değişimleri, gelişimleri rahatça gözlemleyebiliyoruz. Tüm şarkılar toplamda yaklaşık olarak 74 dakikayı buluyor, bu da CD standardı zaten. Ama bendeki albüm kaset olduğundan dinle dinle bitmiyordu. Ortasında bıraksam bir sonraki sefere baştan sonra dinlemek istediğimde sar sar bitmiyordu. Üstelik kasetin ikinci yarısına da bir türlü alışamamıştım ilk zamanlar. O zamanlar tabi yaş iyice küçük, kirli kayıtlara gelemiyorum. Evet buradan anladığınız gibi eski şarkılar aynen konmuş, bestelerin yeniden kaydedilmesi, yorumlanması gibi bir şey yok. Olsun belki de bundan daha iyi olamazdı eski şarkıların modern hali.

Grubun şarkıları genellikle agresif ama günümüze yaklaştıkça duygusal kısımlara da rastlıyoruz. Özellikle Irony Inside ve Friendly August Sun şarkıları beni duygulandırır, gözlerimi yaşartırdı o zamanlar. Keza Mr. Sadface de duygusal bir şey.

Gel zaman git zaman daha evvel burun kıvırdığım ikinci yarı, sonradan yavaş yavaş favorim olmaya başladı. Hatta bazen abartıp sondan geriye doğru sarıyor, kaseti No Traces Left’e getiriyor, onu oradan dinliyordum. Ayrıca albümün içindeki kağıdı doğru dürüst okuyana kadar FTA’yı da ilk demo olan Murky Bedlam’a dahil sanıyordum. Bunun dışında demolar arasındaki geçişler gayet hissedilebiliyordu.

Albüm çıktığından beri internet sitelerinde hiçbir değişiklik olmayan Hazy Hill, bir dedikoduya göre 2008 yılında yirminci yaşlarını kutlayacakları için yeniden bir araya gelecekmiş. Hayırlısı diyelim, umarım gerçekleşir ama 90’ların havasını da yine umarım korurlar. Korumayanlar var da, sonra sevinmeyelim “oley geri döndüler” diye heh heh. Son olarak, 8800’ın anlamı, grubun kuruluş yılı ile albümün çıkış yılının son iki basamaklarının bir araya gelmesiymiş.

  1. "Bleeding for a Dream" – 3:30
  2. "Fear and Sorrow" – 3:56
  3. "This Emptiness" – 3:28
  4. "Nothing but Just a Memory" – 3:44
  5. "Point Blank 1999" – 4:19
  6. "Bullet in the Gun" – 3:25
  7. "Point Blank" – 4:21
  8. "Suicide Pack" – 2:06
  9. "Mr. Sadface" – 4:24
  10. "Irony Inside" – 4:49
  11. "Friendly August Sun" – 3:05
  12. "FTA" – 6:50
  13. "No Traces Left" – 6:14
  14. "Murky Bedlam" – 5:02
  15. "I'm a Killer" – 5:31
  16. "Burning Shades" – 3:54
  17. "The Day We Killed Evil" – 4:39