Sodom - M-16

20 Mart 2008 Perşembe

Tom Angelripper - Vokal, bas
Bernemann - Gitar
Bobby Schottkowski - Davul

Bu aralar Boo! dergisinde devam eden "En iyi 50 albüm" konusuna eğer şimdi başlasaydım o 50 albümün arasında zirveye oynayanlardan birisi, şu anki mevzumuzun bahsi albüm M-16 olacaktı. Aslında tabi listenin geri kalanını istediğim gibi manipüle edebilirim, benim dışımda kimsenin de ruhu duymaz ama sadık kalmak lazım olaya.

M-16'yı son birkaç haftadır dinlemekteyim, diğer Sodom albümlerinin yanında. Bu yazıyı yazdığım günün dününün gecesi, aslında bugünün ilk saatleri, yani saat 2-3 suları, çeviri yapmaktan ve geç yatmaya alışkın olmayan bünyeyi bu saatlere bırakmaktan bitkin düşmüşüm. O saate kadar da Sodom albümlerini art arda patlatmışım. En son da M-16'yı dinliyorum, diğer yandan çok yavaş bir şekilde öbür işlerimi yapıyorum. İşte ne olduysa o an oldu. Birdenbire tüylerim diken diken olmaya başladı, müzikten gerçekten haz almaya başladım, evde tek başıma olsam ve komşular da olmasa bilgisayarın başında "holeloooy! helelooooy" diye bağıracaktım sevinçten. Naptınız bre Alman üçlü? Bu kadarı da yapılır mı bu vakitte? Bir albüm hem taş gibi olacak, hem içli olacak, hem konu bütünlüğü içinde olacak, hem de bu bütünlükte her bir şarkı birer birer hatırlanabilir nitelikte olacak? Yok artık Lebron James!

Şimdi bu yazıyı tamamen bu albümün gazı altındayken yazıyorum, dolayısıyla birkaç gün ya da hafta sonra bu kadar coşkulu görüşlere sahip olmayabilirim bu albüm hakkında. Ama bu yazıyı tamamen M-16'ya methiye yazmaya adamak istiyorum. Tabi arada bilgiler de verelim. Mesela bu albüm bir konsept albüm, tümüyle Vietnam Savaşı'nı konu alıyor. Yalnız sözleri tam manasıyla incelemedim, henüz tam olarak hangi taraftan bakıyorlar olaya bilemeyeceğim. Sonuçta sözleri incelemeden önce bir de tarihi belgelere bakıp Vietnam Savaşı üzerine bilgi sahibi de olmak lazım. Sadece bu albümü anlamak için değil, illa anlamaya da gerek yok ama genel kültür açısından. Bence müziğin görevlerinden birisi zaman zaman da bu olmalı, dinleyicisini işlediği konu üzerinde araştırma yapmaya, bilgi sahibi olmaya motive etmeli.

Albüme tabi doğal olarak bir savaş havası hakim, her şarkıda bunu hissetmek mümkün. Şarkılar arasında hiç çıkıntı olanı, "ne alaka?" dedirteni yok. Sondaki The Trashmen coverı Surfin' Bird bile albümün bütünlüğü dahilinde. Oysa ki baya eğlenceli ve hatta saçmalayan (bazen saçmalamak güzeldir) bir şarkı. Ama zaten orijinali de Savaş döneminde yazılmış, o havayı solumuş ve hatta yine Savaş ile ilgili diğer mecralarda da yer almış. Sodom da zaten buna göre seçmiştir herhalde şarkıyı. Zaten neredeyse her albümün sonuna eğlenceli bir cover yerleştirmeyi gelenek haline getirmişler, burada da hem geleneği hem de konsepti bozmuyorlar.

Albümde çok damar şarkılar var. Genel olarak damar olarak söylenemeyecek bazı şarkıların da damar rifleri var. Mesela albüme adını veren şarkı. İlk defa dinleyen birine parçalar halinde dinletilse ve ilk önce "We shoot'em down" nakaratı gelse "neresi damar bunun arkadaşım?" diye soru yöneltmesi doğal olur. Ama şarkının temel rifi hiç de öyle değil. Ondan sonra Napalm in the Morning, girişindeki monolog ile belgesel havası veren, albümün en içli şarkısı. O monolog dediğim şey de zaten Apocalypse Now filminden alınmış. I am the War ise en gaz şarkı ki, 2. sırada zaten, albüm esas onunla başlıyor. Among the Weirdcong zamanında Pandora adlı sitenin buralarda da hizmet verdiği güzel günlerde keşfettiğim bir şarkı, hemen ilk başta. Bu saydığım dörtlü zaten genelde konserlerde çalınan şarkılar. Onun dışında dikkatimi çeken şarkı ise Surfin' Bird'ü saymazsak kapanış şarkısı olan Marines. Hakikaten şahane, ortasında geçen ve Full Metal Jacket filminden alınan asker marşları insanda "asker olsak da savaşa gidiversek hemen" diye bir şey uyandırıyor.

Bu gazla işin tekniğine bakmıyorum, sadece şahane şarkılar var aklımda. Saymadığım diğer şarkılar da araları çok güzel dolduruyor ve albümün konusunu başarıyla tamamlıyor. Her bir akor, her bir davul vuruşu güzel bir hoparlör ya da kulaklıkla dinlenildiğinde ruhu fevkalade besliyor (bu yazıyı yazarken monitörün hoparlörlerinden, dün geceyse kulaklıktan dinliyordum da ondan bu kanıya vardım heh heh). Thrash metal sevip henüz dinlemediyseniz M-16'yı sıradakiler listesinin üst sıralarına tırmandırmanızı tavsiye ederim.

  1. "Among the Weirdcong"
  2. "I Am the War"
  3. "Napalm in the Morning"
  4. "Minejumper"
  5. "Genocide"
  6. "Little Boy"
  7. "M-16"
  8. "Lead Injection"
  9. "Cannon Fodder"
  10. "Marines"
  11. "Surfin' Bird"

Overkill - I Hear Black

17 Mart 2008 Pazartesi

Bobby Ellsworth - Vokal
D. D. Verni - Bas
Tim Mallare - Davul
Merrit Gant - Gitar
Rob Cannavino - Gitar

Overkill'i ben nerede gördüm dur düşüneyim bakalım. Sanırım RockArt'ın 9. sayısıydı. Bir video röportajları vardı, bir de konserden Hammerhead ile Powersurge performansları vardı. Ve ben o videoda Bobby'nin performansını görünce ağzımın oynar parçası yerçekiminin etkisine kapılmıştı. O zamanlar yine de izlediğim konser görüntülerinin sayısı bir elin parmağını geçmiyordu belki, ama yine yine de izlediğim en muazzam konser performansıydı (abes bir değerlendirme oldu tabi). Overkill ile ikinci karşılaşmam ise Gaziemir Kipa'da gözüme kestirdiğim bir müzik markette oldu. Dükkanın başında yaşlı bir amca vardı, hatta o zamanın küçüklük gazıyla kendisiyle röportaj yapmıştım yayınlarım o zamanki sitemde diye. Tabi metni hazırladım ama hiç bir zaman yayınlamadım o röportajı ayrı konu. Bir daha da sanırım görmedim. Her neyse, o dükkandan çok kaset almışımdır, bunlardan birisi de Overkill'in I Hear Black kasetiydi.

Marketten çıkıp arabaya bindik, eve dönüyoruz. Kaseti hemen taktım walkmane ve ilk Overkill albümüm çalmaya başladı. Daha önce gördüğüm videodaki şarkıları hayal meyal hatırlıyorum, hangi albümde olduklarını da bilmiyorum, acaba bu kasette olur mu diye pür dikkat dinliyorum. En fazla I Hear Black yaklaşıyor o izlediklerime, o da Bobby'nin hareketlerini gözümün önünde canlandırabilmemden dolayı.

Dinlediğim şey tam bir heavy metaldi. O zamanlar tür teşhisini koymakta oldukça başarısızdım, yeterli bilgiye sahip olmamaktan kaynaklanıyordu bu. Mesela Benediction'ın Transcend the Rubicon'ına death mi yoksa black metal mi diyeceğimi anca forumun birinde sorarak öğrenmiştim. Sonra Hypocrisy'nin aynı adlı albümüne (yine aynı yıllarda) black metal deme gafletinde bulundum ki sonrasında zaten bir süre türlerin karakteristiklerini ve örneklerini oturtana kadar da konuşmadım heh heh. Neyse, I Hear Black'te duyduğum Overkill'e heavy metal demiştim bir kere, ama grubun esas thrash metal olduğunu duyunca yine kıllandım kendimden. Ama bu sefer bir miktar haklıydım, çünkü grubu tanımak adına en yanlış albümden başlamıştım. I Hear Black, Overkill'in en yavaş, aynı zamanda en ağır (gitarların çıkardığı sesin kilosu bakımından) albümüydü. İlk bu albümü dinledikten sonra benzer bir Overkill albümü daha dinlesem çok şaşırmazdım ama şu anki halimle söylüyorum ki ikinci bir I Hear Black gelse bir çok Overkill dinleyicisi sıkılabilirdi belki.

Bu girişe göre albüm o kadar da mühim değilmiş gibi gelecek ama esas şimdi anlatmaya başlayalım bakalım. Bence I Hear Black çok güzel bir albüm. Sürdüğü 51 dakika boyunca ağır bir hava yaratıyor. Yani nasıl desem, böyle ne yaptığını bilen, olgun bir ses hakim albüme. Bildiğimiz Overkill temposundan biraz daha yavaş, ama belli karakteristik özellikler yine bizimle beraber. Mesela yer yer ve özellikle Undying'de kullanılan Bobby'nin çığlığı, D. D.'nin kendisiyle özdeşleşmiş bas tonu yine bizle birlikte. Diğer 3 pozisyondan da özellik saymak isterdim ama onları bulacak kadar teknik dinleyici değilim hala heh heh. Ama sadece pozisyondan da saymaya gerek yok. Yine kafa karıştıran sözlere sahip mesela albüm.

Albümde öne çıkan şarkılar aslında hepsi. Gerçekten hepsini çok beğeniyorum. Özellikle sevdiğim şarkılar, albümle aynı adı taşıyan şarkı, aklıma Bobby'nin sahnedeki jest ve mimiklerini getirdiği için. Feed My Head'i, kendisini anladığımı hissetmem için nakaratını anlamam yettiği için seviyorum. Hatta tam kararında bir tempoda kafa sallamaya izin verdiği için ayrıca seviyorum. Shades of Gray zaten yavaş olan albümün en yavaş şarkısı ama sözleri bir keresinde içinde bulunduğum bir durumla birebir uymuştu, ondan özel bir bağ vardır aramda. Spiritual Void direkt "haydi eller havaya" şarkısı zaten, ondan severim. Undying'e az evvel değinir gibi oldum zaten, çığlığa kadar sakin sakin ilerleyen şarkı, çalındığı konserde çığlıktan sonra ortalığı yerle bir etme üzerine yazılmış gibi sanki. Zaten bu çığlıktan albümün sonuna kadar artık bildiğimiz Overkill'i duyar gibi oluyoruz. Dağıtıyor ortalığı. Just Like You adlı son şarkı albümdeki en öz thrash metal bestesi.

Dinledikçe keyif aldığım albümlerin başında gelen I Hear Black'in kişisel nezdimde önemli olması da cabası tabi. Son 2,5 yıldır en sevdiğim grup olan ve ara ara dinleme sıklığım değişse de daha uzunca bir süre (belki de tüm hayatım boyunca) en sevdiğim grup olarak kalacak olan Overkill'in dinlediğim ilk albümü olması kaset ile aramda yeterince duygusal bağ kurduruyor bana. O yüzden, "yaşasın Overkill" diyelim, "yaşasın I Hear Black" diyelim. İyi dinlemeler.

  1. "Dreaming in Columbian" – 4:00
  2. "I Hear Black" – 5:37
  3. "World Of Hurt" – 5:19
  4. "Feed My Head" – 5:36
  5. "Shades of Grey" – 5:19
  6. "Spiritual Void" – 5:13
  7. "Ghost Dance" – 1:46
  8. "Weight of the World" – 4:07
  9. "Ignorance and Innocence" – 5:00
  10. "Undying" – 5:25
  11. "Just Like You" – 4:13

Exodus - Pleasures of the Flesh

Steve Souza -Vokal
Gary Holt - Gitar
Rick Hunolt - Gitar
Rob McKillop - Bas
Tom Hunting - Davul

Bay Area Tokatçıları’ndan Exodus’un bu ikinci albümü, sesi Bon Scott kılıklı Steve Souza’nın gruba katıldığı zamandan sonradır. Paul Baloff o zamanlar niçin ayrılmıştı bilmiyorum ama Souza ile bence grubun müziği daha oturmuş, daha klasik bir thrash metal tarzına bürünmüştü. Tabi ki ana akıma uygun değil ama yine de thrash metale yabancı insanları bile çekebilecek bir hale gelmişti müzikleri. En azından Exodus’u ilk keşfettiğim zamanlar düşüncem böyleydi. Hatta 2, 3 ve 4. albümlerinin birbirine çok benzediğini düşünürdüm. İçlerinden ilk olarak Fabulous Disaster’a ısınmıştım. Sonra zamanlar diğer albümlere de alıştıkça ilk önce aslında bu müziğin de gerçekten sert ve sağlam olduğunu keşfetmiştim (sessiz ortamda kulaklıkla son ses dinlersem tabi böyle olur heh heh). Ardından bu üç albümün birbirinden farkını anlamıştım. Bu farklılıklara göre Impact is Imminent daha ilerleyici bir müziğe sahipken Fabulous Disaster daha basit ve eğlenceli, yazının konusu Pleasures of the Flesh ise damar bir albüm. Hatta şu an diyorum ki, Exodus’un en damar albümüdür bu albüm. Tabi damardan kasıt yavaşlık, yumuşaklık, müziğin hissiyatı falan değil; bilakis gayet tempolu ve sert bir sese sahip. Ama duygulara dokunabiliyor ve bu duygular tabi ki olumsuz duygular. Özellikle nefret ya da insanları önemsememe duygusu yoğunken dinlemek insanda haz sağlıyor. Sözlere bakarak değil, müziğin hissettirdiklerine göre söylüyorum bunu. Mesela ‘Til Death Do Us Part şarkısını tamamen o düşüncelerle dinlediğimde, güzel oluyor. Daha iyi bir anlatım beklerdiniz benden biliyorum ama aklıma gelmedi heh heh.

Braindead var bu albümde, bence albümün en yüksek reytingli şarkısı. Hatta sloganlara sebebiyet vermiş, gayet doğrudan bir şarkı, güftesiyle. “You look like a vegetable to me” cümlesini günün birinde yabancı biriyle karşılaşır da onunla ağız dalaşına girersem kullanmam için yan cebime koymuş bir şarkıdır. Ondan sonra albüme adını veren şarkının girişi balta girmemiş ormanların yerlilerinin manzarasını hatırlatıyor, ana konuysa yamyamlık müessesesi. Bu saydığım iki şarkıyla beraber Seeds of Hate’i de Paul Baloff yazmış.

All Music Guide’da beğenilmeyen bu albüm için No Life ‘til Metal sitesi yazarı amcamız grubun Fabulous Disaster’ı ile birlikte en iyi albümü olduğunu söylüyor. Thrash metal klasiklerinden birisi diyor. Ben o kadar yükseğe taşır mıyım bilmem ama (yemek konusunda da böyle kararsızımdır) güzel albüm Pleasures of the Flesh. Geri vokallerin Bonded By Blood’daki gibi karmaşa için kullanılmadığı ama çok güzel çete havası verdiği, son şarkısıyla “hakkaten bu dönemi de aşırı ve baya sertmiş” dedirten, güzel bir albüm. Yiyiniz.

  1. "Deranged" - 3:47
  2. "'Til Death Do Us Part" - 4:52
  3. "Parasite" - 4:57
  4. "Brain Dead" - 4:18
  5. "Faster Than You'll Ever Live to Be" - 4:29
  6. "Pleasures of the Flesh" - 7:37
  7. "30 Seconds" - 0:42
  8. "Seeds of Hate" - 5:02
  9. "Chemi-Kill" - 5:46
  10. "Choose Your Weapon" - 4:51

Darren Brookes - Gitar
Peter Rewinsky - Gitar
Frank Healy - Bas
Dave Ingram - Vokal
Ian Treacy - Davul

Benediction’ın özel bir yeri vardır bende, zira aldığım ilk death metal kaseti onların Transcend the Rubicon adlı albümüydü. Aslında bu konu kendi çapımda tartışmalı. Çünkü bununla beraber aynı anda Daemon’ın The Second Coming kasetini de almıştım, açıkçası ilk olarak Daemon’ı dinlemiştim. Ama Benediction’da daha öz bir death metal tadı almak mümkün olduğundan “aldığım ilk death metal kaseti” sıfatını Transcend the Rubicon’a biçiyorum.

İlk olarak dikkat çeken şey kasetin kapağıydı. Saatlerce bakardım, her defasında da yeni bir ayrıntı yakalardım. Dan Seagrave’in çizdiği kapak gerçekten muazzamdı. Sonra müziği dinlediğimde bir an için korkmuştum çünkü “bu albümdeki şarkıları nasıl aklımda tutacağım yahu?” diyordum kendime. Öyle ki, albüm boyunca gerçekten çok az nakarat var, şarkı sözleri (mübalağa da yapmam gerekirse) adeta roman gibi. Gittikçe de gidiyor, nasıl hatırlarım bunu? Zira ilk zamanlar çoğu zaman albümün ortasında bir an nerede olduğumu kaybediyordum. Walkman otomatik olarak kasetin yönünü değiştirebildiğinden mühim bir bilgiydi bu benim için. Ayrıca bir başka gariplikse şarkıların bir kısmının başı ve sonunun bağlı, hatta birbirine yakın olmasıydı. Bir şarkının ne zaman başladığını kestiremiyordum. Listeye bakıyordum, o anda oynayan şarkının numarası tutmuyordu. Bunu şöyle çözdüm, ilk şarkı Unfound Mortality iki kısımdan oluşuyor, arada verilen uzun es yeni bir şarkıyı haber vermiyor yani. Sonra I Bow to None ile Painted Skulls birbirine bir rif ile bağlı, öyle ki iki şarkıyı birbirinden ayırsak birinin sonuna, birinin de başına gayet uyabilir. Keza Face Without Soul ile Bleakhouse da birbirine bir davul solosuyla bağlı. Bunlar kasetten dinlerken belli bir seviyeye kadar nerede olunduğunu dinleyiciye bildirmeyecek şeyler.

Bütün albüm bazı yerler dışında orta tempoda gidiyor. Temponun tavan yaptığı yerler de var tabi. Albümün bu karakteri sayesinde sakin sakin death metal ziyafetimizi çekebiliyoruz. Vokalleri de anlamak gayet mümkün. Bildiğimiz brutal vokaller gibi gırtlakta biraz değiştirmekle çıkan bir ses değil sanki, Dave Ingram’ın günlük hayattaki sesinin ta kendisi. Tabi eğer günlük hayatta da bu kadar aşırı kalın bir sese sahipse kendisi.

Transcend the Rubicon death metalin üst düzey örneklerinden birisi. Henüz klasik adayı falan diyemiyorum, zira Benediction’ın diğer albümlerinden sadece Grind Bastard’ın kasetini dinledim. Diğerlerine herhangi başka bir medyada sahip değilim. Ondan sonra zaten benim en hakim olduğum tarz thrash metal. Sonra “bilip bilmeden konuşma azizim” derler adama heh heh. Neyse, albüme geri dönüp bir cümlede bitirelim; çok güzel (aklıma çarpıcı bir cümle gelmedi).

  1. "Unfound Mortality" – 3:46
  2. "Nightfear" – 3:07
  3. "Paradox Alley" – 4:35
  4. "I Bow to None" – 4:12
  5. "Painted Skulls" – 4:20
  6. "Violation Domain" – 4:16
  7. "Face without Soul" – 4:00
  8. "Bleakhouse" – 3:51
  9. "Blood from Stone" – 5:22
  10. "At the Wrong Side of the Grave" – 3:09 (The Accüsed cover'ı olur kendileri)
  11. "Artefacted / Spit Forth" – 6:45

Hazy Hill - 8800

Ufuk Önen – Vokal
Zafer Altundağ – Gitar
Ekim Can Bayram - Bas
Mete Kuteş – Davul

80’lerin sonunda kurulup 90’larda faaliyet gösteren yerli gruplardan birisi daha, Hazy Hill, Ankara’dan katılıyor. Zamanında sıfırdan uzun süreli albüm dışında birçok mühim ve güzel şeyler yapmışlardı. Yurtdışında konser veren ilk yerli grup olması, 91 yılında İzmir’e konsere gelen Mayhem’in alt grubu olması… Yani somut olarak bunlar var elimde şimdi. Neyse, grubun tüm diskografisini birden kapsayan, üstüne yeni şarkılar da eklenmiş olan 8800 tam bir koleksiyon değeri taşıyor. Herhalde artık önceki demoları bulmak imkansızdır değil mi? Hatta belki artık bu albümü bulmak bile imkansıza yakındır, zira 8 yıl geçmiş üstünden aboo. Valla halbuki kasetini aldığım gün daha dün gibi.

Albüm ters kronolojik sıraya göre yeniden eskiye doğru gidiyor. Böylece grubun müziğinin zaman içinde geçirdiği değişimleri, gelişimleri rahatça gözlemleyebiliyoruz. Tüm şarkılar toplamda yaklaşık olarak 74 dakikayı buluyor, bu da CD standardı zaten. Ama bendeki albüm kaset olduğundan dinle dinle bitmiyordu. Ortasında bıraksam bir sonraki sefere baştan sonra dinlemek istediğimde sar sar bitmiyordu. Üstelik kasetin ikinci yarısına da bir türlü alışamamıştım ilk zamanlar. O zamanlar tabi yaş iyice küçük, kirli kayıtlara gelemiyorum. Evet buradan anladığınız gibi eski şarkılar aynen konmuş, bestelerin yeniden kaydedilmesi, yorumlanması gibi bir şey yok. Olsun belki de bundan daha iyi olamazdı eski şarkıların modern hali.

Grubun şarkıları genellikle agresif ama günümüze yaklaştıkça duygusal kısımlara da rastlıyoruz. Özellikle Irony Inside ve Friendly August Sun şarkıları beni duygulandırır, gözlerimi yaşartırdı o zamanlar. Keza Mr. Sadface de duygusal bir şey.

Gel zaman git zaman daha evvel burun kıvırdığım ikinci yarı, sonradan yavaş yavaş favorim olmaya başladı. Hatta bazen abartıp sondan geriye doğru sarıyor, kaseti No Traces Left’e getiriyor, onu oradan dinliyordum. Ayrıca albümün içindeki kağıdı doğru dürüst okuyana kadar FTA’yı da ilk demo olan Murky Bedlam’a dahil sanıyordum. Bunun dışında demolar arasındaki geçişler gayet hissedilebiliyordu.

Albüm çıktığından beri internet sitelerinde hiçbir değişiklik olmayan Hazy Hill, bir dedikoduya göre 2008 yılında yirminci yaşlarını kutlayacakları için yeniden bir araya gelecekmiş. Hayırlısı diyelim, umarım gerçekleşir ama 90’ların havasını da yine umarım korurlar. Korumayanlar var da, sonra sevinmeyelim “oley geri döndüler” diye heh heh. Son olarak, 8800’ın anlamı, grubun kuruluş yılı ile albümün çıkış yılının son iki basamaklarının bir araya gelmesiymiş.

  1. "Bleeding for a Dream" – 3:30
  2. "Fear and Sorrow" – 3:56
  3. "This Emptiness" – 3:28
  4. "Nothing but Just a Memory" – 3:44
  5. "Point Blank 1999" – 4:19
  6. "Bullet in the Gun" – 3:25
  7. "Point Blank" – 4:21
  8. "Suicide Pack" – 2:06
  9. "Mr. Sadface" – 4:24
  10. "Irony Inside" – 4:49
  11. "Friendly August Sun" – 3:05
  12. "FTA" – 6:50
  13. "No Traces Left" – 6:14
  14. "Murky Bedlam" – 5:02
  15. "I'm a Killer" – 5:31
  16. "Burning Shades" – 3:54
  17. "The Day We Killed Evil" – 4:39

Whisky - Babaanne

Kamil Özaydın - Bas
Serdar Çokuslu - Gitar, vokal
Filip Sümbülkaya - Davul

Türkiye’ye rock’n roll’u sevdiren grupların başında gelenlerden birisidir Whisky. 80’lerin başında (açıkçası 79’da) kurulup 80’lerin ikinci yarısından itibaren kayıtlı hale gelen grubun biyografisini zamanında Boo!’nun 10 numaralı sayısında (15 Ekim-15 Kasım 2006 arasını kapsayan sayısıymış) yazmıştım. Hatta o yazının sonunda grubun 2007 yılında tekrar aktif hale gelmesine değinmişim. Şimdi 2008’e geldik ve duruma bir bakalım. Benim bildiğim sadece 2006 sonunda bir adet Rock Station Festivali konseri verdikleriydi. Onun dışında görülebilen bir faaliyet ise internet sitelerinin yenilenmiş olması. Ama orada da konserdir kayıttır falan bir haber yok. Yeni olan şeyler eski fotoğraflar, Serdar Çokuslu’nun yazdığı Whisky biyografisi (imla hataları çok ama), güncel kadro ve videolara linkler.

Madem henüz yeni şeyler pek yok o zaman biz de eskiye bakalım. Whisky’nin ilk albümü olan Babaanne’ye yani. Bu, Türkçe sözlü rock müziğin de ilk albümü demekti. 32 dakikalık şölen inanılmaz eğlenceliydi ve kendisini adeta rock müziği sevdirmeye adamıştı. Zira o zamanlar Türkiye’de rock müzik çok az bilinen bir şeydi. Şarkı sözleri işte daha çok bu tarzı içeriyordu. Genç olmaya yapılan vurgu, rock’n roll’un ne kadar eğlenceli ve hayat dolu bir müzik olduğunun anlatımı, neredeyse her şarkının güftesinde yer alıyordu. Tabi bazen şarkı sözleri ilkel olarak da değerlendirilebilirdi. Ama kimin umurunda ki? Şarkılar muhteşem tek kelimeyle. Zaten Babaanne şarkısındaki şu sözlere hastayım: “Ben zamanın ilersinde / Sen zamanın gerisinde / Bunu sana anlatmak / İşte bütün mesele”

Gitarların tonu biraz kalın olduğundan açıkçası ortada sert bir müzik olduğunu söylemek mümkün. Ama yine de bence kesinlikle kafa şişirecek şeyler değil. Hatta gayet eğlenceli, insanı hareket etmeye çağıran bir müzik var albümde. Safkan rock’n roll’u tatmak için en ideal albüm. Hatta bu tarzla tanışmak isteyenler için de en ideal albüm. Sözleriyle olsun, eğlenceli müziğiyle olsun böyle.

Özellikle bu dönemdeki (85-95 arası) Türkçe rock albümlerini inceleyip dinlerseniz muhtemelen göreceksiniz ki günümüzde yapılan rock müzik gerçekten rock’tan başka bir şey. Ama görmemeniz de normal, zira bu grubun içinden çıkmış insanlar bile şimdi laf ettiğim grupların arasında görev yapıyor. Bu bakımdan daha rahat geçinmek adına kendi bildiği yoldan şaşmayan Serdar Çokuslu’yu tebrik ediyor, en yakın zamanda çeşit çeşit Whisky mamullerini görmek dileğiyle bu yazıya burada son veriyorum.

  1. "Babaanne" – 2:44
  2. "Kendine Hoşgeldin" – 4:39
  3. "Yolculuklar" – 3:58
  4. "Rock 'n Roll'u Bir Dinle" – 2:37
  5. "Bak Biz Genciz" – 2:16
  6. "Arayış" – 4:36
  7. "Şans Talih" – 3:20
  8. "Rüşvet" – 3:21
  9. "Hoşgörü" – 4:58

Manowar - Battle Hymns

Eric Adams - Vokal
Joey DeMaio - Bas
Ross Funicello - Gitar
Donnie Hamzik - Davul

Demir, çelik, güç, kuvvet… Metal! Manowar’u tanımlamak için cümlelere gerek yok, kelimeler yeterli. Tabi bazen işin epikliğini cıvıttıkları zamanlar oluyor, işte o zamanlar pek dinlemiyorum kendilerini. Hep böyle serseri imajı taşısınlar, bıraksınlar gururlu savaşçı imajını falan. Sonra gotik metal grupları Lacuna Coil ve Theatres des Vampires dışında herhangi bir büyük sayılabilecek grubu olmayan İtalya’dan Nanowar diye bir grup dalgacı çıkıp madara etsin Manowar’u. Ha isterim, İtalya’dan çıksın böyle bir sürü heavy metal, thrash metal falan, hatta kendi dillerinde söylesinler geliştirelim kursuna gittiğimiz dili ama adam gibi gruplar çıkacağına geliyor uyuz bir grup saçma sapan şarkılarla iyi bildiğimiz bir grupla dalga geçiyor. Olacak iş mi?

Neyse, biz esas, M harfiyle başlayan grubumuza gelelim. Battle Hymns herkesin bildiği gibi Manowar’un ilk albümü. Sonraki albümlerde de neler yaptıklarını biliyoruz. O zaman doğrudan kıyaslayalım onlarla. Sonraki albümlerin çoğunun çoğu kısmında böyle epik havalar eser. Eski zamanlardaki savaşçılar konu alınır. Elektrik yoktur, egzoz salan gürültülü makineler icat edilmemiştir henüz. Epiklik gereği zaman zaman yavaş şarkılar, baladlar da yer alır albümlerde. Ama grubun bir kimliği daha vardır bundan farklı olarak. O da motorcu kültürü. Bu eski zamanlardan bahsetmedikleri zamanlar bunlara dayanırlar. Öyle bir keyifli olur ki azizim, keşke bütün kariyerlerini buna adasalar derim. Lakin, heyhat. “Epik olacağız” diye tutturmuşlar bir kere.

Battle Hymns’de yukarıda anlattıklarımın aksine ağırlıklı olarak daha bir serseri, daha bir rock’n roll hava hakim. Motosiklet sesleriyle açılan Death Tone bunu duyuruyor. Sonraki dört şarkı da tam bir rock’n roll havasında geçiyor. Muazzam bir akıcılık ve tempo. İnsan “motorum olsa da sürerken bu şarkıları dinlesem keşke” diyor adeta içinden. Yoldaki kesik çizgiler gibi akıp gidiyor notalar. Albümdeki son iki buçuk şarkı ise artık grubun epik karakterini ortaya koyuyor. Ama bu iki buçuğun ilki olan Dark Avenger bir geçiş formunda. İlk başlarda epik, ama ikinci yarısında hızlandıkça epikliğinden bir şey kaybetmemesine rağmen oldukça eğlenceli bir hale geliyor. İnsanın aklı Orta Çağ Avrupası’nda geçen filmlere gidiyor, iyi ve kötüyü anlatan ama eğlenceli bir tempoda geçen bir film. Ooo azizim. Şu satırları yazarken tam da bu şarkının bu kısmı çalıyor ki, mest oluyorum şahsen. Şimdi William’s Tale’in giriş görevi üstlendiği Battle Hymns şarkısı başlayacak, kötü olan şey bu işte. Saf epik bir havaya sahip bu albüme adını veren son şarkı. Ve ben şahsen albümün geri kalanını bu şarkıya tercih ederim. Tamam yerden yere vurdum şarkıyı, yine de güzel sayılır diyerek dengeyi kurmaya çalışıyorum heh heh.

Neticede Battle Hymns denen albüm heavy metal tarihinin en mühim albümlerinden birisi. Manowar’u efsane sayanlar için bir efsanenin başlangıcı, 80’ler manyakları için o dönemin motorcu ruhunu yansıtabilen güzel bir albüm, her heavy metal seveni için ise tam bir klasik.

Yazıyı sonlandırırken yaptığım küçük bir araştırmadaysa iki sonuca vardım. Birisi, az evvel methettiğim Dark Avenger şarkısındaki anlatıcı kısmını Orson Welles seslendiriyormuş. Öbürü ise, az evvel burun kıvırdığım Battle Hymns adlı şarkı, heavy metal severler tarafından grubun en iyi şarkılarından birisi sayılıyormuş. Dolayısıyla bundan sonra çevreme dikkatli bakarak yürüyeceğim, sağlık için, heh heh.

  1. "Death Tone" – 4:48
  2. "Metal Daze" – 4:18
  3. "Fast Taker" – 3:56
  4. "Shell Shock" – 4:04
  5. "Manowar" – 3:35
  6. "Dark Avenger" – 6:20
  7. "William's Tale" – 1:52
  8. "Battle Hymn" – 6:55

Sodom - 'til Death Do Us Unite

Tom Angelripper - Vokal, bas
Bernemann - Gitar
Bobby Schottkowski - Davul

Alman metal müzik piyasası inanılmaz bir şey yahu. Tek başına iki Wacken dolduracak kadar büyük grup var. Yazıyı uzatmak adına hepsini sayardım ama müsriflik etmeyip içlerinden Sodom’a odaklanalım. “Üç tıraşör” diye adlandırdığım üçlünün içinde en istikrarlısı olan Sodom’un (görece istikrarın nedenlerini sayacağım sonra) 1997 yılında çıkardığı albümü ‘Til Death Do Us Unite belki grubun diskografisi içinde o kadar mühim bir yere sahip değil, ama benim Sodom’u ilk dinlediğim albüm olması, hemen ilk önce yazmaya kalkıştığım albüm olmasına yetiyor. Ayrıca mühim değil dedim ama günümüzdeki Sodom üçlüsünün ilk ürünü bu albüm.

Şimdi, bu yazıyı yazdığım dönem, Sodom’un diğer albümlerini daha yeni yeni keşfettiğim bir dönem. Yani uzun zamandır elimde sadece bu albümleriyle dolanıyordum. Şimdiye kadar aklımda kalan diğer albümleri Get What You Deserve’de denenen punk öğelerinden bir miktar burada da var. Onun dışında genel olarak bilinen Sodom tarzı hakim yine albüme. That’s What an Unknown Killer Diarized ve albüme adını veren şarkı albümdeki en taş şarkılar. Gerçi tempoları yavaş biraz, belki de ondan öyle gelmiştir bana ne alakaysa. Araya Hazy Shade of Winter adında bir The Bangles coverı yerleştirmişler. Sonra Wander in the Valley adlı şarkının girişi Motorhead’i anımsatıyor. Kanıtıysa müzikçalarımın rastgele modunda bu şarkı geldiğinde “ulan yine mi Motorhead?” diye kendi çapımda feryatlara sebebiyet vermemdi (bir ara ardı ardına o geliyordu da). Tabi bu şarkının Lemmy babanın grubunu anımsatması abes bir şey değil, keza Tom Angelripper, Motorhead’in en hayranlarından biri. Sesi de kirli zaten.

Yazının bu kısmını dergide yer alan aynı yazıyı geçirirken yazıyorum zira ilk paragrafta bir açık kapı bırakmışım, kapatmadan gitmeyeyim. Sodom için Destruction ve Kreator'a nazaran daha istikrarlı demişim. Destruction zaten 90'larda müziğe ara verdi o yüzden hemen eledim onu. Kreator'dan daha istikrarlı olmasının nedeniyse müzikal olarak pek yeni şeyler denememesi. Kreator 90'larda biraz deneysel takıldı sanırsam. Zaten ilk üç albümü dışında dinleyemiyorum adamları. Ama Sodom'un her albümünü keyifle dinleyebiliyorum. Böyle durumlarda bir indikatör görevi görebilen biriyim. Nedenini açıklayamamama rağmen sonuçlar doğru oluyor heh heh.

Genellikle hızlı, yer yer eğlenceli şarkıların yer aldığı bu güzide albüm her thrashsever tarafından dinlenmeli, ezberlenmeli, yeri gelince üst üste dinlenmeli. Her neyse, yazının sonunu bağlayacak bir şey bulamadım neticede (açıkçası karnım aç). İyi dinlemeler.
  1. "Frozen Screams" – 2:56
  2. "Fuck the Police" – 3:27
  3. "Gisela" – 2:39
  4. "That's What an Unknown Killer Diarized" – 4:42
  5. "Hanging Judge" – 2:46
  6. "No Way Out" – 2:47
  7. "Polytoximaniac" – 2:27
  8. "'Til Death Do Us Unite" – 5:12
  9. "Hazy Shade of Winter" – 1:59
  10. "Suicidal Justice"– 2:47
  11. "Wander in the Valley" – 3:51
  12. "Sow the Seeds of Discord" – 2:30
  13. "Master of Disguise" – 3:03
  14. "Schwerter Zu Pflugscharen" – 4:01
  15. "Hey, Hey, Hey Rock'n Roll Star" – 4:18

Accept - Balls to the Wall

Udo Dirkschneider - Vokal
Herman Frank - Gitar
Wolf Hoffman - Gitar
Peter Baltes - Bas
Stefan Kaufmann - Davul

Bu yazıyı yazdığım günlerde, bu yazıyı yazmak için bu albümü tekrar dinlemem neticesinde Balls to the Wall adlı albümün aslında gayet yavaş tempolu olduğu kanısına vardım. Zira yine bu yazıyı yazdığım günlerde uzun zamandır saf heavy metal dinlemiyordum. Sahi, tam şu an garip geldi bu durum bir an için. Bu şarkılar bu kadar yavaş mıydı yahu? Sanki 0.9x hızda dinliyor gibiyim. Demek ki insanın kafasındaki hız anlayışı dinlediği şeylere göre değişebiliyormuş. Bu yazının ana fikrini ta ilk paragraftan verdim böylece.

Almanya’nın heavy metal efsanelerinden Accept’in bu en çok bilinen albümü, aynı zamanda metal tarihinin en maskülen albümlerinden birisi. Kapağından sözlerine, müzikteki kuvvete kadar bu tamamen hissediliyor. Adeta bir erkekler kulübü, dayanışma amaçlı gibi (ne alakaysa). Bunu tek fark eden ben değilmişim, hatta Love Child’ın sözlerinden kıllanan da tek ben değilmişim ki bu albümün bu kadar çok bilinmesine katkıda bulunan mevzulardan birisi de albümde yer yer esen eşcinsel hava. Grup bunu inkar etmiyor zaten, bilakis insanların önyargıları yüzünden daha çok ilgi göstereceklerini düşünerek seçtikleri bir yöntem.

“Dayanışma amaçlı erkekler kulübü” tanımlamama da bir dayanak buldum albümü dinledikçe. Losing More Than You’ve Ever Had ve Losers and Winners gibi şarkılardaki teselli ve tavsiyeler bu düşüncemi destekliyor. “Man” diye hitaplarla başlayan cümleler, “write a letter, you’ll feel beter” tarzı öneriler… Gerçi şimdi şarkının son kısmını okudum, en son kıvırıyormuş şarkıcı kişi, “o mektubu bana ver, kendim için kullanacam” diyormuş. Bu da işte bütün bu paragrafın üstüne çarpı atmak anlamına gelecektir. Yaktın beni Udo (ya da grubun söz yazarı olarak da adı geçen menajer Gaby Hauke).

Albümün maskülen yapısı tabi yanında kuvvet dolu şarkıları getirmese ayıp etmiş olurdu. Albümün adını alan (ya da albüme adını veren, neyse) şarkı özellikle muazzam kuvvetli. Klibi de gayet öyle. Hatta oradaki performans öyle maço ki, delikanlılığın kitabını yeniden yazıyor adeta Accept.

Sonuca bağlamak gerekirse, heavy metalin en karakteristik albümlerinden birisi kıvamında Balls to the Wall. Hem ağır, hem güçlü, hem de yine güçlü vokalli, hem erkeksi (tercih olarak değil, kendini öyle hissettirme açısından. Şimdi yanlış anlamalara da gark etmeyelim), hem de klasik bir albüm. Dinleyiniz, hakkını veriniz.
  1. "Balls to the Wall" – 5:50
  2. "London Leatherboys" – 3:57
  3. "Fight It Back" – 3:30
  4. "Head over Heels" – 4:19
  5. "Losing More Than You've Ever Had" – 5:04
  6. "Love Child" – 3:35
  7. "Turn Me On" – 5:12
  8. "Losers and Winners" – 4:19
  9. "Guardian of the Night" – 4:25
  10. "Winter Dreams" – 4:45

Mercyful Fate - Don't Break the Oath

King Diamond - Vokal
Hank Shermann - Gitar
Michael Denner - Gitar
Timi Hansen - Bas
Kim Ruzz - Davul

“İmkansız sesler” diye bir radyo programı yapsak ilk sıralarda gelecek sanatçılardan birisi de King Diamond’dır. Roller coaster gibi bir sesi vardır kendisinin. Çık çık bitmez, bir anda iniverir. Sonra gene aniden çıkar yukarı, sonra farklı kişiliklere bürünür bir de öyle sergiler sesini.

King amcamızın müzik dünyasına kazandırdığı iki büyük gruptan birincisi olan Mercyful Fate’in Don’t Break the Oath albümü 1984 yılında ortaya çıktığı gibi muazzam bir etki yaratmış. Black metalin ilk akımına dahil edilen albümün dahil edilme sebebi, muhtevası. Yoksa müzikal olarak pek alakası yok sayılır bildiğimiz black metal ile. Daha çok heavy, power ve progressive metal civarında şekillenmiş durmakta Don’t Break the Oath’un müziği. Sözler ise karanlık, şeytani ve okültist içerikle dolu. Ama sunumu öyle muazzam ki, en muhafazakar kültür-sanat editörüne bile rahatça savunabiliriz “al bak sanat” diye (hani çamur atma olayına karşı).

Albümde en sevdiğim iki şarkı hemen ilk iki sırada. O bakımdan ikisini dinledikten sonra müzikçaları kapatsam çok da keyfim kaçmaz ama bütün albüm boyunca hayallerden hayallere dalıyor insan. Kafayı yorarak dinlenmediği sürece gayet sürükleyici yani. Ama Nightmare adlı şarkıda yormak tam tersine, muazzam keyif veriyor. Kaç konserinde çaldı ama sahne oyunlarıyla da beraber King amcaya muazzam performans sunmayı vaat eden bir şarkı. Böyle delimsirek, vokalin yükseklerde gezdiği, hatta eğer geri vokal değilse King amcanın (51 yaşında adam, amca derim tabi) brutalimtrak (ya da aşırı kalın diyelim brutal demek yanlış olursa) vokal bile yapabildiğini görebildiğimiz bir şarkı Nightmare. Ama esas sevdiğim bir şarkı var ki, o da ilk şarkı A Dangerous Meeting. Nedeni sanırım King’in (bu sefer amca demedim rahatsız olanlar için heh heh) şarkıyı şüpheli tavırlarla söyleyişi. Agresiflik dışında uzun zamandır bir “tavır” ile söylenen bir müzik dinlememiştim.

İngilizce bilmiyorsanız ninni gibi gelecek, biliyorsanız sizleri kabusa hazırlayacak, tam yattıktan sonra, uyumadan evvel dinlenecek bir albüm Don’t Break The Oath. Bütün albüm boyunca sizi rahatsız edip kafanızı yastıktan kaldıracak herhangi bir çıkıntı şarkı yok. Yani sadece 1997’deki yeniden basımında eklenen demo kayıt Death Kiss çıkıntı olabilir ama açıkçası o da A Dangerous Meeting’in farklı sözlere sahip olan hali olduğu için beğendim baya. Hatta demo kayıtlarını merak ettim. Böyle garip taraflarım da vardır, grupların esas kayıtlarından ziyade demo kayıtlarına daha çok ilgi gösteririm ara sıra. Neyse, sonuç olarak Don’t Break the Oath cilalı bir albüm. Parlıyor.
  1. "A Dangerous Meeting" – 5:10
  2. "Nightmare" – 6:19
  3. "Desecration of Souls" – 4:54
  4. "Night of the Unborn" – 4:59
  5. "The Oath" – 7:31
  6. "Gypsy" – 3:08
  7. "Welcome Princes of Hell" – 4:03
  8. "To One Far Away" – 1:31
  9. "Come to the Sabbath" – 5:19
  10. "Death Kiss" – 4:30

Slayer - God Hates Us All

10 Mart 2008 Pazartesi

Tom Araya - Vokal, bas
Kerry King - Gitar
Jeff Hanneman - Gitar
Paul Bostaph - Davul

Uzun zamandır bloga yazmıyordum, bunda 1 hafta dergiye yazı yazmanın, 1 hafta sınavlara çalışmanın ve 1 hafta da bilgisayarımın bozuk olmasının payı var (gerçi sınav haftasıyla bozuk hafta aynı haftaydı). Arayı sıcak tutmak adına dergiye yeni yazdıklarımdan koyabilirdim ama henüz bunun iyi bir pazarlama yöntemi olup olmadığına karar vermeden koymayayım dedim heh heh. Sanki henüz yüzlerce kişi okuyor da burayı. Blogu tanıtmaya bile başlamadım, henüz Deviantart ve Facebook profillerime, bir de kişisel iletime koydum buranın adresini. İçerik iyice otursun ondan sonra bakarız daha daha. Neyse, gelelim konumuza, God Hates Us All albümü.

Geçen sezonun başına kadar Slayer dinleyebilirliğim sadece kariyerlerinin başından Reign in Blood'ın sonlarına doğruydu, nedeniyse Tom Araya'nın sesinin yavaş yavaş düz bir tekniğe doğru gitmesiydi. Hala da öyle geliyor ama geçen sezon Rock Am Ring 2005 performanslarını izledikten sonra, o dönemki halet-i ruhiyemin de katkısıyla başta God Hates Us All olmak üzere diğer albümleri de yeşil ışık gördü bünyemden. Başta gelmesinin nedeniyse albümün imzası niteliğindeki Disciple şarkısı tabi ki.

Oldukça öfke dolu olan bu albüm Paul Bostaph'ın Slayer ile kaydettiği son albüm. Gerilim yüklü Darkness of Christ girişiyle ilk olarak gerim gerim gerilmeniz sağlanırken albümün en ünlüsü Disciple ile en baştan bütün enerjinizi tüketiyorsunuz. Sonraki şarkılardan God Sent Death'i baya bir tutuyordum ama şimdi uzun bir aradan sonra tekrar dinleyince o kadar şişirmenin lüzumu olmadığını gördüm. Sonra New Faith var, özellikle geçen sene yılbaşı bileti alırken aklımdan geçiyordu da tüylerimi diken diken etmişti konuyla olan bir miktar uyumluluğundan dolayı. Ondan sonra albümde "çok iyi şarkı" denecek bir de Bloodline var. Geri kalanını şimdi tekrar dinlediğim kadarıyla söylemem gerekirse nasıl desem, biraz gürültü buldum. Yani vokal sürekli tavan noktasında bağırma halinde, müzikte de şöyle tam bir thrash metal keskinliği yok gibi, bilakis yine sesi tavan yapmış, genelde düz giden rifler var gibi (gibi dememin nedeni bu satırlarda albümün sonuna gelmiş olmam, kafamın şişmiş olması ve doğal olarak gerisini hatırlayamamam). Sololar genelde bildiğimiz Slayer soloları, onlarda pek sorun yok.

Taa bu albüm ilk çıktığında ufaktım ya (7 yıl öncesi yahu!), ondan o zamanlar aslında daha bir yobazdım sanırım, ya da yok yok, bugün daha yobazım, ama destekli yobazım en azından. O zamanlar, yani Show No Mercy ve Hell Awaits'ten başkasını görmediğim zamanlar (Reign in Blood bile yok yani) marketlerde bu kaseti görünce almamıştım kapağı yüzünden. Diabolus in Musica'nın da kapağını sevmemiştim, "sattı bunlar da davayı herhalde" falan demiştim almamıştım. O zamanlar da işte, destekli yobaz olabilseymişim, bu albüm şu anda bir adet "kaseti arşivimde" etiketine nail olacaktı. Ve yıllar sonra gördüm ki aslında o gördüğüm kapak, alternatiflenmiş haliymiş. Hani şu dört adet haçı dik koordinat sistemi eksenleriymiş gibi dizdikleri kapak var ya (mühendis anlatımı işte heh heh), o. Bense buraya orijinal kapağı koyuyorum. Taşıdığı mesajı falan üzerinde düşünmem ama daha güzel bir görselliğe sahip bir kapak. Belki de o kapakla satsalar alırdım kaseti yıllar evvel.

Albümü tanıtmaya başlamadan evvel aslında baya olumlu şeyler yazmayı düşünüyordum ama sanırım yanlış zamanda dinlediğim için albümü olması gerektiği kadar abartamadım. Zira kafam ütülendi, sabah okula giderken Shovel Headed Kill Machine dinlemiştim, eve geldim bir parti daha dinledim ondan, saatlerce monitörün başında amaçsızca oturmaktayım, üzerimde garip bir uyuşukluk var, görüldüğü üzere bu albüm hakkında olumlu şeyler söylemek için pek uygun bir zaman değil sanırım. Dolayısıyla hakkaten sinirliyseniz dinleyin God Hates Us All'u mesela, ya da çok enerjik hissediyorsanız. Hareket etmenize gerek yok, yine de enerji harcıyorsunuz albümü dinlerken. Eğer dinlendirici bir Slayer dinlemek isterseniz ekolayzırı kapatmanız şartıyla South of Heaven'ı tavsiye edeceğim. Günün birinde onu da yazmak dileğiyle...

Aşağıdaki listeyle ilgili not: 12 ve 15 numaralı şarkılar 2002'deki koleksiyoncunun edisyonu diye basılan albümde bulunmakta.

  1. "Darkness of Christ" – 1:30
  2. "Disciple" – 3:35
  3. "God Send Death" – 3:47
  4. "New Faith" – 3:05
  5. "Cast Down" – 3:26
  6. "Threshold" – 2:29
  7. "Exile" – 3:55
  8. "Seven Faces" – 3:41
  9. "Bloodline" – 3:20
  10. "Deviance" – 3:08
  11. "War Zone" – 2:45
  12. "Scarstruck" – 3:29
  13. "Here Comes the Pain" – 4:32
  14. "Payback" – 3:05
  15. "Addict" – 3:41