Sarke - Vorunah

17 Ağustos 2010 Salı

Nocturno Culto - Vokal
Anders Hunstad - Klavye
Sarke - Geri kalan herşey

Tepeye not: Bu yazıyı daha önce Headbang dergisi için yazmıştım ama 1 yıl önceki albümlerin bile yayınlanamayacak kadar güncel kritik sayfaları olduğunu sonradan öğrendiğim içün yayınlanamamıştı. Ben de burada değerlendiriyorum, buyrun:

Uzun yıllar Tulus ve Khold adlı gruplarda davul çalan, Old Man’s Child’da da kısa bir süre yer almış olan Sarke (Thomas Berglie), 2008’de solo çalışmaya yöneldi. Kendini bildi bileli dinlediği gruplardan etkilenerek bestelediği şarkılar, geçen yıl çıkan Vorunah isimli albümde Darkthrone’dan tanıdığımız Nocturno Culto’nun (Ted Skjellum) sesiyle hayat buldular. Tulus’tan tanışıklığı bulunan Anders Hunstad, albümde klavyeleri çalarken; geri kalan bütün enstrümanları Sarke üstlendi. Sarke’nin etkilendiğini söylediği gruplara bakılırsa (Mayhem, Celtic Frost, Black Sabbath, Kreator, Motorhead, Candlemass…) albümden black-thrash metal arası bir müzik beklemek doğal oluyor. Nitekim açılış şarkısı Primitive Killing tam gaz thrash metal usulü bölümlerle başlıyor. Ancak şarkının yarısından itibaren albüm, genellikle orta tempoda gidiyor. Müzikal etkilenimlerden kendini en çok belli edeni Celtic Frost etkisi. Albümde 3 adet uzun ve damar şarkı var: Frost Junkie, Cult Ritual ve 13 Candles. Klavyeler abartısız kullanılmış, albüme ve özellikle şu damar şarkılara lezzet katmış. Nocturno Culto’yu fazladan bir kayıtta daha duymaksa oldukça güzel. Pek black metal dinlemeyen birini bile kendine çekebilir bu Vorunah adlı albüm.

  1. "Primitive Killing" - 4:21
  2. "Vorunah" – 4:02
  3. "The Drunken Priest" – 3:24
  4. "Frost Junkie" – 6:24
  5. "Old" – 3:42
  6. "Cult Ritual" – 6:33
  7. "13 Candles" – 6:57
  8. "Dead Universe" – 2:06

Tenet - Sovereign

Steve Souza - Vokal
Jed Simon - Gitar
Glen Alvelais - Gitar
Byron Stroud - Bas
Gene Hoglan - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı daha önce Headbang dergisi için yazmıştım ama 1 yıl önceki albümlerin bile yayınlanamayacak kadar güncel kritik sayfaları olduğunu sonradan öğrendiğim içün yayınlanamamıştı. Ben de burada değerlendiriyorum, buyrun:

Kanadalı Strapping Young Lad (SYL) grubundan Jed Simon’ın yan projesi olarak 1996’da başlayan Tenet, uzun yılların ardından nihayet ideal bir kadroyu bir araya getirdi ve şimdilik tek albümleri Sovereign’i geçtiğimiz yaz yayınladı. Şahane kadroda gitarist Simon’ın yanında basçı Byron Stroud (Zimmers Hole, SYL, Fear Factory), gitarist Glen Alvelais (Forbidden), vokalist Steve Souza (malum) ve davulcu Gene Hoglan (daha malum) var. Albüm aceleci bir şekilde açılıyor, yine aceleci ilerleyen şarkılarla devam ediyor, 35 dakika sürüyor. Oldukça güzel bölümler var şarkılarda ancak riflerden, nakaratlardan 2-3 tekrar yaparak, veya biraz daha farklı kısımlar ekleyerek süre uzatılabilirmiş. Death-thrash metal arasında gidip gelen müzik ve Tempo of the Damned’de dinlediğimiz Souza’nın biraz daha bağıran vokalleri ile kulaklara sapasağlam bir ziyafet çektiriyor Tenet. Zaten sürenin kısa olması ve aceleci bestelerden şikayetimiz de bu yüzden. Kendilerini yakalamışken daha uzun dinlemek istiyor bu kulaklar. Ancak neyse ki kendini tekrar tekrar dinletebilen bir albüm Sovereign. Eski usul, taş gibi bir müzik arayanlar ile Gene Hoglan - Steve Souza hayranları kaçırmasın.

  1. "Being and Nothingness" - 2:53
  2. "Indulge Me" – 2:30
  3. "Crown of Thorns" – 3:33
  4. "Unnameable" – 4:52
  5. "Take a Long Line" – 3:23
  6. "Going Down" – 5:58
  7. "Hail! Hail!" – 3:57
  8. "Watching You Burn" – 3:35
  9. "Sovereign" – 3:43

Six Feet Under - Graveyard Classics 3

28 Mayıs 2010 Cuma

Chris Barnes - Vokal
Steve Swanson - Gitar
Terry Butler - Bas
Greg Gall - Davul

Cover albüm olayı 1995-2000 arasında tuttu, 2000’lerde ise yeni yazılmamış bestelerle albüm yapmanın modası, bir grubun kendi eskilerini tekrardan kaydedip bir araya getirmesiydi. Six Feet Under biraz da kuruluş yılından ötürü cover albüm modasına geç ayak uydurdu, bu konudaki ilk albümü 2000 yılının sonuna doğru Graveyard Classics ile geldi. Ancak grup bu olayı çok seviyor olmalı ki, mezarlık klasiklerinin geçtiğimiz Şubat ayında çıkan üçüncüsünü dinleyebiliyoruz. “Bu bir üçlemeydi” demiyorlarsa ilerleyen zamanlarda dördüncüyü, beşinciyi de dinleyeceğimiz tahmin edilebilir.

Graveyard Classics serisinin ilk albümünde Six Feet Under, heavy metalin erken dönemine ağırlık veriyordu. Şarkıların yarısı 70’li yıllarda yayınlanmış, kalanın büyük kısmı da 70’lerin sonlarına doğru bestelenmiş şarkılardı. Graveyard Classics’in ikincisini beklemiyorduk, o yüzden “ikinci bir derleme” olmasını da beklemiyorduk. O da derlemeden ziyade, AC/DC'nin Back in Black albümünün tümünü örten bir çalışma çıktı zaten. Zaman biraz daha ilerledi, 2010’a geldik. Bu sefer üçüncü Graveyard Classics çıktı. 80’ler daha ağır bastı, 90’lara bile değinildi. 10 yıl evvel çocukluğunun müziklerini yorumlayan Chris Barnes, şimdi de ilk gençliğinin müziklerini kaydetti.

Death metali ölümüne takip eden kitleler genellikle sevmiyor bu Six Feet Under’ın cover albüm mevzularını, ancak eğlenmesini bilen kişiler için tam bir “metal partisi” malzemesi bu seri. Hele ilk dinleyişte, içinden bilinen bir şarkı çıkarsa o zaman dinleyenin keyfine diyecek yok. Six Feet Under bu sefer insanların işini biraz kolaylaştırmış, Metallica ve Slayer gibi bolca bilinen grupları koymuş. Ama yine de o kadar kolay değil, The Frayed Ends of Sanity ve At Dawn They Sleep gibi pek popüler olmayan şarkıları mevcut bu iki grubun. Şahsen diğer önceden bildiğim şarkılar Pounding Metal, A Dangerous Meeting ve Destroyer. Eh işte yarısını biliyormuşum albümün başına oturduğumda. Şüphesiz ilk defa duyduğum isim Bachman-Turner Overdrive iken, ilk defa duyduğumdan emin olmadığım, bir yerde görmüş olacağım bol deneyli, 90’ların grubu Prong da Graveyard Classics 3’te yerini alıyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse bu üçüncü albüm önceki Graveyard Classics albümleri kadar beni peşinden sürüklemedi, sıkça dinlediğim bir albüm olmadı. Ama yine de zaman zaman eğlenip kafa dağıtmak için yakın civarda bir yerde kalmalı bu albüm. Ayrıca tabi ki ekstrem müzik seven genç nesillere klasikleri aşılamak için de el altında tutulmalı. Az grup öğrenmedik cover albümler sayesinde…

  1. "A Dangerous Meeting" (Mercyful Fate)
  2. "Metal On Metal" (Anvil)
  3. "The Frayed Ends Of Sanity" (Metallica)
  4. "At Dawn They Sleep" (Slayer)
  5. "Not Fragile" (Bachman Turner Overdrive)
  6. "On Fire" (Van Halen)
  7. "Pounding Metal" (Exciter)
  8. "Destroyer" (Twisted Sister)
  9. "Psychotherapy" (The Ramones)
  10. "Snap Your Fingers, Snap Your Neck" (Prong)

Darkthrone - Circle the Wagons

23 Mayıs 2010 Pazar

Nocturno Culto - vokal, gitar, bas
Fenriz - vokal, davul

Darkthrone son 5 yıldır çıkardığı her albümünün ardından, onu konu alan albüm incelemelerinin giriş kısımları oldukça klişe bir hal aldı. Buna kendi yazdıklarım da dahil. Nasıl değiştiklerinden, yeni halleri üzerine yaptıkları yorumlarından, müzikal umursamazlıklarından bahsedildi. Şu anda aynı hataya düşmeden daha başka neler yazabilirim, bunun muhasebesini yapmaktayım.

Sağ gösterip, sol gösterip, aşağıyı gösterip, ortadan vurmak olarak tanımlar mıyız Darkthrone’un müzik macerasını? Aslında en başından beri yapmak istedikleri müziğin bu olduğunu söylediğini okumuştum Fenriz’in bir yazısında, yanılmıyorsam. İnsanın aklına doğal olarak “o zaman niye baştan beri bunu yapmadınız vay canına yandıklarım?!” sorusu geliyor. Şartlar, bütçeler falan… Şuradaki yazının son paragrafında gizli sayılır cevap.

Neticeye baktığımızda, Darkthrone kariyerinde sağ gösterdi (death metal), sol gösterdi (black metal), aşağıyı gösterdi (punk) ve şimdi de ilkel bir NWOBHM ile karnın tam ortasına vuruyor. Geçtiğimiz Nisan ayında çıkan Circle the Wagons’ta müzikteki heavy metal ağırlığı önceki albümlere göre daha çok artıyor. Bestelerin yine yarısı Fenriz, yarısı Nocturno Culto tarafından yazılmış. Herkes kendi yazdığı şarkıyı okuyor. Yine Dark Thrones & Black Flags’te olduğu gibi Fenriz’in şarkıları daha çok punk ile ilkel dönem metalin karışımı beste yazımına sahipken, N. Culto’nun besteleri daha karanlık bir havada. Ama yine bu ikilik albümde bir kopukluk yaratmıyor. Albüm bütünlüğünü koruyor. O da Darkthrone, bu da Darkthrone. Araştırmayan adam için fark edilmeyecek bir ayrım.

Şarkılar arasında yine boş yok. Bu sefer üstelik dinlerken daha coşku dolduğumu hissettim. Aklıma “adamlar konsere çıkmıyor, bari birkaç akıllı çıksa da şunların tribute grubunu kursa, konserler verse öyle izlesek” fikri geldi. Konser ortamında çalınıp coşulacak besteler var. Şarkılarda yine yoğun bir Norveç havası var. Soğuk memleket sevmem normalde, ancak yine daha evvel dediğim gibi, bu adamlar benim için Norveç kültür elçisi oldular.

Albümü beklerken şarkı isimleri yayınlandığında bizi ne beklediğini anlayabiliyorduk. Those Treasures Will Never Befall You, I Am the Graves of 80s ve I Am the Working Class daha isminden beklentileri karşılayan şarkılar. Üçünün de Fenriz ürünü olduğunu tahmin etmişsinizdir :) Yine yer yer ağır crust punk öğeleri, yer yer de ağır NWOBHM nameleri var. “Yaşasın eski usul işçi metal!” söyleminin altını dolduracak şarkılar bunlar. Ancak Nocturno Culto’nun bestelerinin de dinleme zevki bunlardan aşağı kalır değil. Özellikle yedi buçuk dakikalık Stylized Corpse şarkısı inanılmaz bir beste. Hatta Darkthrone’un bugüne kadar yaptığı en iyi birkaç şarkının arasına kesinlikle girer, bana sorsanız belki en iyisi bile diyebilirim! Şarkının sonuna dikkat, “Gitar ağladı be!” cümlesi, ilk dinleyişimden sonra verdiğim ilk tepkiydi. Öne çıkan bir diğer N. Culto bestesi ise Eyes Burst at Dawn. Dinlerken tüyler diken diken!

Albümle ilgili son olarak, iki tane şarkıda tertemiz vokallerin kullanılmasının şok edici bir öğe olduğu söylenebilir. İlginç, zamanında brutal vokali geçtim, kirli, agresif vokaller sokaktaki vatandaşı şok etmek için kullanılırken, Darkthrone takipçileri temiz vokal duyduklarında şoka uğramışlardır zannediyorum ki :)

İstanbul’da oturuyorsanız gidin edinin bu güzel albümü, Kadıköy Akmar Pasajı’ndaki Hammer Müzik’te satılıyor CD’si. Ayrıca bu ilkel müziğin meraklıları Darkthrone’un mini sitesindeki albüm önerileri ile, Fenriz’in dört seferdir yaptığı şarkı derlemelerine göz atabilir (1 2 3 4). Ben bir de şahsen Amebix’i önereyim. Hepsinde şu anki Darkthrone’dan büyüklü küçüklü bir şeyler yakalayacaksınız. Ama bu yazının esas işlevini unutmayalım, henüz dinlemediyseniz öncelik Circle the Wagons’un!

  1. "Those Treasures Will Never Befall You" - 4:21
  2. "Running for Borders" – 4:04
  3. "I am the Graves of the 80s" – 3:07
  4. "Stylized Corpse" – 7:33
  5. "Circle the Wagons" – 2:46
  6. "Black Mountain Totem" – 5:36
  7. "I am the Working Class" – 5:08
  8. "Eyes Burst at Dawn" – 3:49
  9. "Bränn inte slottet" – 4:37

Overkill - Ironbound

1 Şubat 2010 Pazartesi

Bobby "Blitz" Ellsworth - Vokal
Dave Linsk - Gitar
Derek Tailer - Gitar
D.D. Carlos Verni - Bas
Ron Lipnicki - Davul

Bir keresinde bir arkadaşım Overkill’in kelime anlamını sormuştu. İlk önce “Bir olayın aşırıya kaçması” şeklinde cevaplamıştım, ama sonra cuk diye oturacak bir deyim aklıma geldi: Vur dedik öldürdün! Şimdi Ironbound adlı, grubun 16 numaralı stüdyo albümünü dinlerken isimlerinin hakkını nasıl da verdiklerini, bulduğum deyimin nasıl da yerinde olduğunu düşünüyorum. İlk albümünün üzerinden geçen yirmi beşinci yılını kutluyorsun, 1994’ten beri müziğine yer yer groove, yer yer endüstriyel etkiler katma derdinde olduğundan esas mevzu olan thrash metale odaklanamıyorsun. O albümlerden birkaç güzel şarkı çıksa da geri kalanı daha çok albüm doldurmaya yönelik şarkılar yazıyorsun. Tamam satmadın davayı, diğer thrash metal grupları tarz değiştirirken ya da acı içinde kıvranırken hep buralardaydın. Hakkın yendi, hep geri planda kaldın. Son albümün Immortalis orta tempo diye eleştirdik, ama “yaş ilerledi canım normaldir” dedik. Bir sonraki albümünün yine belli bir seviyede olacağını, en az 2-3 yarıcı şarkı sahibi olacağımızı tahmin ettik. Ama bu kadarını da kesinlikle beklemiyorduk! İnsanların yaptığı yorumlara bakıyorum, istisnasız hepsinin gözler faltaşı olmuş, çene sarkmış yere düşmüş. “Oha!” “Çüş!” “Yuh!” şeklindeki tepkiler gırla gidiyor. Hakikaten vur dedik öldürdün be Overkill!

Doğrusunu söylemek gerekirse Ironbound’ı ilk dinlediğim seferlerde o kadar da hoşuma gitmemişti. Tek tük rahatsız olduğum şeyler vardı, bir de 58 küsur dakika ile Overkill tarihinin en uzun süreye sahip albümü olması ilk başta sindirilmesini zorlaştırıyordu. Rahatsız olduğum şeyler, bazı vokal ve gitar melodilerinin bizzat aynen neredeyse tamamen aynı şekilde kendilerinin eski şarkılarından arak olduğu hissine kapılmam. Örneğin Blitz’in belli kalıplarda şarkı söylediğini düşünmüştüm. Bir şarkıyı dinlerken “bu kısım başka bir şarkıda vardı sanki” dedim sürekli. Ama sonra dinledikçe açıldım, açıldıkça bütün bu benzerlikleri kafaya takmamaya başladım. İşte o zaman benim de albüme olan tepkim, bütün o yorumlarını okuduğum insanlar gibi olmuştu: Oha müdürüm affedersin! İnsan mısınız siz? Bu besteler nasıl besteler böyle, bu performans nasıldır? Gönül rahatlığıyla söylüyorum, albümde bir tane bile boşluk doldurucu şarkı yok. Her biri tek başına ortalığı yakıp yıkması için yazılmış adeta. Gitar işçiliği muhteşem. Overkill’in en uzun süre birlikte olan gitar kadrosu muhteşem kaliteli bir iş çıkarmış. Okuduğum kadarıyla gitar bölümlerinin hepsini Dave Linsk yazmış, kendisini böylece “eli öpülesi müzisyenler” listeme kafadan soktum!

Ironbound albümünde şarkılar oldukça uzun, 5 dakikanın altında şarkı yok. Üstelik ilk şarkı The Green and Black tamı tamına 8 küsur dakika! Ardından gelen Ironbound ise 6 küsur dakika. Buna rağmen bu ilk iki şarkı yağ gibi kayıp gidiyor. Şarkılardaki alt bölümler arası muhteşem geçişler ve çıldırtıcı sololar bir an olsun insanı baymıyor. Overkill’in son birkaç albümünde uyguladığı “ilk şarkı, bünyede en yüksek hasara yol açan şarkıdır” düsturu burada da devam ediyor, yeşilli siyahlı ilk şarkımızda sololar cayır cayır yanıyor adeta, melodi ve tondan bahsediyorum. Overkill’in önceki eserlerini düşündüğümde alışık olduğum bir şey değil açıkçası.

Albümde tüyleri diken diken edecek nice bölüm var. Az önce değindiğim “cayır cayır” kısımlar, Ironbound şarkısının ortasındaki durulgan kısım ve ardından gelen gurur dolu solo, Endless War’un nakaratları… Grup, Bring Me the Night ve Endless War’da NWOBHM etkilerini ayyuka çıkarırken, Give a Little ile bir yandan da punk bir duruş sergiliyor. The Head and Heart biraz daha Necroshine albümü usulü bir şarkı olmuş, ilk dinleyişlerimde sırıtsa da sonradan o da kendini fevkalade benimsetti. Sondan bir önce gelen Killing For a Living adlı şarkıda ise dehşete düştüğümü söylemeliyim. Kesinlikle Overkill’in 30 yıllık kariyerinde bestelediği en cinnet şarkı! Şarkı adeta cinnet geçirirken yazılmış gibi. İleride bu albümden konser gediklisi olacağını tahmin ettiğim 4 şarkıdan biri bu (diğerleri The Green and Black, Ironbound ve Endless War). The Goal is Your Soul tam Overkill’in şahsına münhasır bir şarkı olmuş, dinlerken gözümün önüne hep grubun maskotu yarasa Chaly geldi ne yalan söyleyeyim. Değinmediğim 2 şarkıdan In Vain’i de ilk başlarda pek güçlü bulmamıştım ama daha sonra şarkıda geçen “No victory in vain” cümlesiyle, çalışmama rağmen birkaç tane kötü geçen sınavım paralellik gösterdiğinde şarkıyla aramda bir gönül bağı oluştuğunu düşünüyorum. Eh, 9 şarkıya da değindik, son şarkı The SRC’ye de değinmemek olmaz. Bence albüme oldukça güçlü bir bitiş olmuş bu. Bir miktar groove etkileri görülse de çok güçlü gitar ve davul tonu, kafaları sallayarak sözlere eşlik ettirmeye yetiyor. Zaten şahsen bir Overkill hayranı olarak eşlik etmeye dünden hazırım da, sonuçta ilk dinleyişlerim sönük olan bir albümden bahsediyorum.

Albümü beğenmemekte direten arkadaşların en çok yakındığı şeyler okuduğum kadarıyla şarkı sürelerinin uzunluğu, bazı riflerin “ben bunu bir yerden tanıyorum” dedirtmesi ve davulda “trigger” diye bir şeyin kullanılması. Şahsen davul tekniğinden pek anlamadığım için beni rahatsız etmedi. Yine şahsen, şarkı sürelerinden oldukça memnunum. 58 dakika civarı olmasına rağmen o 1 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorum bile. Nice 40-45 dakikalık albümler var, “hadi bitsin artık yeter” dediğim, ama bu albüm kesinlikle akıyor. Riflerin tanıdık gelmesine katılıyorum ama sonradan albüme alıştıkça bunu dert etmemeyi öğrendim. Tabi bunda Overkill’in bu yaz ülkemize gelecek olması ve biletimi daha şimdiden almış olmamın yarattığı heyecan ile gazın da etkisi vardır kesin. Kolay değil, benim gibi evcimen bir adamı İzmir’den kaldırıp tek başıma İstanbul’a, konserine getirtecek tek grup Overkill’dir.

Albüm ile ilgili okuduğum bir başka eleştiriyse içinde bol bol doldurmalık bölüm olduğu ve bestelerin zayıf yazıldığıydı. Müdürüm affedersin ama bu arkadaşımız neresiyle dinliyor bu albümü? Tamam, bir Overkill hayranı olarak bu albümü çok yukarılara koymam normal ama tarafsız gözle bakınca da gerçekten tüm thrash aleminde son yıllarda çıkan en iyi albümlerden biri, Overkill’in ise bana göre 1994’ten beri, çoğunluğa göre 1991’den beri açık ara en iyi albümü. Her ne kadar göreceli bir durum olsa da Ironbound’un her saniyesinin insanı harekete geçirdiği yadsınamaz.

Ayıptır söylemesi henüz son Slayer albümü World Painted Blood’ı dinlemedim, thrash insanı olmama rağmen Megadeth zaten hiç sevmem, Anthrax zaten son 20-25 yılıyla benim gözümde thrash metal değil, elde sadece Death Magnetic ile Metallica var dört büyüklerin (!) son performanslarıyla Overkill’i karşılaştırmak için. Ama yine okuduğum kadarıyla insanların çoğu Ironbound ile birlikte Overkill’i bu dörtlünün üzerine rahatlıkla koyuyorlar, karşılaştırılabilecek tek albümün Heathen’ın son çıkan albümü Evolution of Chaos olduğunu söylüyorlar (bak onu da daha dinlemedim).

Ironbound ile ilgili son sözlerime gelelim. Benim için gerçekten çok özel bir albüm. Aylarca, belki de yıllarca sıkılmadan dinleyeceğimi düşünüyorum. Bir tahminime göre de bir 10 yıl kadar sonra bu albümü “klasik albümler” sohbetleri arasında anacağız bence. İlk albümünün üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen, son 20 yılda yine çok kaliteli albümler yapsa da bir çoğunun üstünde kalabilen böyle bir albüm yapabildikleri için başta Bobby Ellsworth ve D.D. Verni olmak üzere, Overkill ile gurur duyuyorum. Thrash metal, yürekten dinleyenler için gerçekten çok özel bir şey ve bu tarzda hala sapasağlam eserler çıktığını görmek bir thrash metal fanatiği için gurur verici. Ironbound ise CD’sini uzun yıllar gururla saklayacağımız, taş gibi bir thrash metal albümü!

  1. "The Green and Black" – 8:12
  2. "Ironbound" – 6:33
  3. "Bring Me the Night" – 4:15
  4. "The Goal Is Your Soul" – 6:40
  5. "Give a Little" – 4:41
  6. "Endless War" – 5:41
  7. "The Head and Heart" – 5:11
  8. "In Vain" – 5:12
  9. "Killing for a Living" – 6:14
  10. "The SRC" – 5:07

Testament - The Gathering

25 Ocak 2010 Pazartesi

Chuck Billy - Vokal
Eric Peterson - Ritm gitar
James Murphy - Solo gitar
Steve DiGiorgio - Bas
Dave Lombardo - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı Boo! dergisinin 38 numaralı sayısında, Şamar adlı heavy metal bölümü için yazmıştım. Burası için yazmadım yani.

Testament ile ilk tanışmama vesile olan albüm The Gathering. O güne kadar sadece ismen tanıdığım ve fotoğraflarından, albüm kapaklarından diğer thrash metal gruplarına nazaran daha ağırbaşlı, daha efendi olduğunu tahmin ettiğim grubun müziğini ilk defa bu albümle buldum. Üstelik kasetten. Böylesi benim gibi bir kaset koleksiyoncusu için daha güzel oldu tabi. 1999 yılında çıkmış olan albüm ilk dinlediğimde hakikaten kaya gibiydi, tonlarca ağırlıktaydı. Normal bir thrash metalden daha karanlık bir hava vardı. Vokal zaman zaman temiz olmaktan çıkıyordu. Bunlar Testament’ın diğer albümlerine bulaşmadan evvel vardığım yargılar.

Diğer albümleri dinlemiş durumdayım şu an, o zaman karşılaştırarak değerlendirebilirim The Gathering’i. Demonic albümüyle sinyalini verdikleri death metal etkileri bu albümde daha çok ağır basmış. Chuck Billy’i bol bol gürlerken duyuyoruz. Ayrıca dümdüz “tırı tırı tır tır” diye giden thrash rifleri sürekli yok. Ama olabildiğince ağır bir müzik var. Diğer albümlerden kat kat daha ağır bir sese sahip. Hele ekolayzırdan bası açınca bas gitar da, davullar da sırtınıza binmiş gibi oluyor. Tarz için death metale yakın dedim ama atıyorum bir Cannibal Corpse tarzı temalardan ziyade daha derin konuları işliyor. Ayrıca death metal deyince bol bol davul atakları beklemeyelim, müziğin ağırlığından ve yer yer brutal olan vokallerden dolayı böyle bir benzetme yapılıyor zannediyorum ki.

Öne çıkan pek şarkı yok, albüm fazla inişli çıkışlı değil. İlk başta neler hissediyorsanız ortalarında da benzer hisler içinde oluyorsunuz. Ama mesela benim özellikle beğendiğim parça Down For Life oldu. Sözlerinden dolayı falan değil, çok akıcı bir şarkı, keyifli bir besteye sahip her ne kadar sözleri için aynı şey söylenemese de. Bu şarkı esnasında aklıma kasetteki şarkı sözü kağıdındaki Chuck Billy’nin suratını ekşittiği fotoğrafı geliyor, pozuna cuk diye oturuyor şarkı. Ayrıca kağıttaki her resmin kompozisyonunun bir şarkıyı temsil ettiği görülüyor gibi. En azından Sewn Shut Eyes gayet açık ve net. Onun dışında zannediyorum ki diğerlerinin arasında Riding the Snake ve Fall of Sipledome temsilleri var.

The Gathering’in yapıldığı dönemin kadrosu tam bir yıldızlar kadrosu olmuş. Öncelikle mix koltuğunda Andy Sneap var. Bunun dışında Testament’ta zaten olan Chuck Billy ve Eric Peterson haricinde Death, Obituary ve Konkhra gibi yer yer kalburüstü, yer yer ilahlaştırılan gruplardan tanıdığımız James Murphy; Sadus, Death, Autopsy, Iced Earth ve daha birçok grupta çalmış olan Steve DiGiorgio ve belki de en bomba isim olarak Slayer’dan ayrıldığı dönem o proje senin bu proje benim dolaşan Dave Lombardo Testament’ın bu rüya takımını oluşturuyor.

Souls of Black’ten sonra bence bir türlü yeterli albümler çıkaramayan Testament bu durumun acısını The Gathering ile baya bir çıkarmış. Çok güzel albüm olmuş. Hiç sıkmıyor, tekrar tekrar kendini dinletebiliyor. Zaten grubun böyle 3 albümü var, sürekli bununla birlikte Souls of Black ve Practise What You Preach’i dinliyorum döndüre döndüre (güncel not: İlk iki albüm The Legacy ve The New Order’ın daha sonradan hayranı oldum, esas onları döndüre döndüre dinliyorum!). Neyse, albüm hakkında son sözleri söyleyeyim, alın dinleyin çok güzel evet heh heh.

  1. "D.N.R. (Do Not Resuscitate)" – 3:34
  2. "Down for Life" – 3:23
  3. "Eyes of Wrath" – 5:26
  4. "True Believer" – 3:36
  5. "3 Days in Darkness" – 4:41
  6. "Legions of the Dead" – 2:37
  7. "Careful What You Wish For" – 3:30
  8. "Riding the Snake" – 4:13
  9. "Allegiance" – 2:37
  10. "Sewn Shut Eyes" – 4:15
  11. "Fall of Sipledome" – 4:48

Pino Scotto - Datevi Fuoco (Lo Scotto da Pagare)

18 Ocak 2010 Pazartesi

Tepeye not: Bu yazıyı Boo! dergisinin 39 numaralı sayısında, Şamar adlı heavy metal bölümü için yazmıştım. Burası için yazmadım yani.

Bir heavy metal dinleyicisi İtalyanca kursuna gitmeden önce birkaç kere düşünmeli. Özellikle heavy metalden başka müzik tarzlarına kapalıysa ve hele hele Eros Ramazotti’nin sesine çok fena kıl oluyorsa. Çünkü ben yaptım böyle bir şey. Çok güzel bir sınıfa denk geldim, her hafta tonlarca gülerek çıkıyorum kurstan ama İtalyancayı müzik dinleyerek pekiştirme eylemini yapamıyorum. Araştırdım, İtalya’da heavy metal kültürü daha çok senfonik ve gotik metale kaymış. Bir miktar da endüstriyel. Thrash metal yapan bir tek Extrema var ancak onlar da hardcore’a ağırlık vermişler. Sözleri de İngilizce zaten. Koskoca ülkede şöyle delikanlı, İtalyanca heavy metal müzik yapan yok mu be arkadaşım?

Neyse, arayınca insan buluyormuş (www.metal-archives.com sitesinde ülkelere göre arayın işte). Bulabildiğim ilk ve nadir isimlerden Pino Scotto, İtalya’nın en dinozor müzisyenlerinden biri. 80’lerde Vanadium adlı grubuyla çalışan Scotto, 90’larda tek başına albümler yayınlıyor. 2000’lerde ise Fire Trails adlı grupta bulunuyor. Şimdi bahsedeceğim albüm ise bir en iyilerin derlemesi kıvamındaki Datevi Fuoco (Lo Scotto Da Pagare).

Geçen yıl içinde yayınlanan bu albümde İtalyan hard rockçunun tek başına takıldığı dönemdeki en iyi şarkıları toplanıyor. Bu arada her şarkı yeniden kaydediliyor, üstelik bir sürü de İtalyan sanatçı eşlik ediyor Scotto’ya. Benim ismen tanıdığım gruplar arasında Lacuna Coil’den Criz Mozzati, Extrema’dan Tommy Massara ve G. L. Perotti, Strana Officina’dan Bud ve Dario Cappanera ve Fire Trails’den Steve Anghartal'ı görüyorum. Daha bir sürü isim var Scotto’ya eşlik eden. Saymakla bitmez ama bu yazıyı okuyan kimse bu kişileri tanımadığından saymaya da gerek yok.

Albümde 12 tane şarkı var, tamamına yakını gerçekten çok kalite şarkılar. Progresifçi bir arkadaşa Come Noi'i dinleteyim dedim, adam yobazlık yaptı beğenmedi “bu ne be hard rockmış peh” falan dedi. Ama dinleyip düşününce hakikaten hakkını vermek lazım. Üstelik 8 kur üzerinden 5 kurluk da olsa (güncel not: şimdi 8. kurdayım, pek bişey değişmedi :F) kıt olan İtalyancamla sözlerini hafiften anlayınca (şarkı sözlerini okumadım, dinleyip anladım) sevilmeyecek şarkı da seviliyor zaten. Çok enerjik şarkılar. Prodüksiyonun kalitesi çok iyi. Besteler eski kafa. Bir de Akdeniz insanıyız ya, çekiyor işte müzik. Yansımış müziğe tamamen Akdeniz havası. Amerikan-İngiliz tarzı hard rocktan ayrı bir havası var yani. Bodrum’da yazlık evim olsa, kendi domateslerimi yetiştirsem, her gece ay ışığında deniz manzarasına oturup balık yerken sürekli bu albümü dinlerdim. O kadar Akdeniz havası var yani. Sıcak, içten. Kesinlikle yapay değil.

Şarkılardan öne çıkanlar arasında, Scotto’nun en popüler parçası Come Noi ile ikinci şarkı Il Grido Disperato di Mille Bands var ki bunlar tam gaz giden şarkılar. Onlardan sonraki iki şarkıyla albüm blues-rock havasını da katıyor kendine. Çok leziz valla. Amma velakin albüm ilerledikçe o kadar gaz ile yazamıyorum bu sa-tırları. Demek ki öne çıkan şarkılar ilk dört şarkıymış. Ondan sonra albüm biraz hız kesiyor, tek tük baladlar başlıyor. Ama lezzeti tükenmiyor yine de albümün. Hatta esas Akdeniz usulü müzik böyle başlıyor. Böyle yavaş, hem hafif efkarlı hem de keyifli.

Uzun lafın kısası, Akdeniz insanı olan, hard rock dinleyen herkesin edinmesi gereken bir albüm bu Datevi Fuoco. Tabi kolaysa Pino Scotto'nun eski kayıtlarını da edinmek lazım ama bu albüm bile zor bulunurken diğerleri yani... Keşke İtalya'da heavy metalin bu tarafı daha popüler olsa ancak adamlar senfonik olaya daha yakın bakıyorlar. Opera sevgisinden falan mı kaynaklanıyor diyeceğim ama yok, bağdaştıramadım şimdi.

  1. "Come Noi" - 3:17
  2. "Il Grido Disperato di Mille Bands" - 3:43
  3. "Dio del Blues" - 5:08
  4. "Piazza San Rock" - 4:12
  5. "Segnale di Fuoco" - 2:43
  6. "Le Stelle Cadenti" - 3:58
  7. "Guado 3000" - 3:56
  8. "Disperanza" - 3:51
  9. "Predatori della Notte" - 4:31
  10. "Nunù" - 4:16
  11. "Code di Cometa" - 3:18
  12. "Gamines" - 2:47

Destruction - All Hell Breaks Loose

13 Ocak 2010 Çarşamba

Marcel 'Schmier' Schirmer - Vokal, bas
Mike Sifringer - Gitar
Sven Vormann - Davul

Tepeye not: Bu yazıyı Boo! dergisinin 39 numaralı sayısında, Şamar adlı heavy metal bölümü için yazmıştım. Burası için yazmadım yani.

Müzik kültüründe uzun yılları geride bıraktığımıza göre, "geri dönüş" kavramı artık oturmaya başladı sayılabilir. Özellikle 10'lu yıllara ayrılan müzik dönemleri, bazı tarzlara yararken bazılarına yaramıyor. Gruplar ara verebiliyor, sonra kendilerini hazır hissettiklerinde tekrar toparlanabiliyor. Söz konusu tarz heavy metal ise bir güç gösterisinden söz etmek mümkün. Hele hele "aşırılık" temasının ana unsur olduğu thrash metal için bu güç gösterisinin önemi daha büyük.

Öhöm, dosya konusuna giriş yazmıyorum. Lafı Destruction'ın geri dönüş albümüne getireceğim. Ancak hakikaten de "geri dönüş albümleri" adında bir dosya konusu yazılabilirmiş bak, konusuz kalırsam cebimde dursun. Şimdi 2000 yılına geri dönelim. 90'lar Destruction'a hiç yaramamış, Schmiersiz grup tamamen farklı bir kimliğe bürünmüş. Dönemin thrash metal gruplarının kaydığı groove etkilerinin ayyuka çıktığı 1 albüm, iki de kısa boy kayıt (EP) yayınlandı. Bunlar zaten 1999'da Schmier geri döndüğünde orijinal Destruction diskografisine girememiş kayıtlar. Tam bir üvey evlat yani. Hal böyleyken thrash metal tarihinin en yıkım dolu grubu Destruction'ın "geri dönüş" albümü, Cracked Brain'den beri grubu özleyen thrash manyaklarını daha da manyatacak bir kayıt oldu.

Tam bir gövde gösterisi. Destruction hiç olmadığı kadar, hatta olamayacağı kadar agresif, hızlı ve gamsız. The Butcher Strikes Back'in sonuna kadar Destruction'dan duyduğumuz duyabileceğimiz en hırslı, en kuvvetli şarkıları dinliyoruz. Sonrası belki bu kadar kuvvetli değil ancak bu düşüş de çok değil. Zaten oraya kadar dinlerken yoruluyorsunuz, vitesi azıcık düşürmek lazımdı.

The Final Curtain, Machinery of Lies, Tears of Blood, Devastation of Your Soul ve The Butcher Strikes Back şarkıları işte en sıkı parçalar, art arda geliyorlar. Bol bol politik, toplumsal ve dini eleştiri thrash metalin bir gereği olarak devam ederken, albüm aynı zamanda grubun geri dönüşünü de kutluyor bir yandan. The Butcher Strikes Back adından da anlaşılabileceği gibi bu görevi yerine getiriyor ve şarkıda da dinleyicilere teşekkürler sunuluyor. Ayrıca Total Desaster tekrar kaydediliyor. Bunun dışında kalan kısımsa (eleştrilerden ve kutlamadan kalan) "bakın biz ne kadar kötüyüz" tarzı bir muhtevaya sahip. Ancak bu sözleri ciddiye almadan eğlenmeye bakmak daha cazip gelmiyor değil.

Albümdeki coşkuyu tam olarak yazıya yansıtamadım sanırım ama D.E.V.O.L.U.T.I.O.N. hariç (çünkü henüz dinlemedim) (güncel not: artık dinledim :F) en coşkulu, en gürültülü Destruction albümü diyebilirim kendi adıma. Beste olarak değil belki ama prodüksiyon, kayıt, son ürün olarak... Bu düşüncemi yedirmek için zamanında eski şarkıları yeniden kaydettikleri Thrash Anthems'i kaydettiler tabi. Olsun, onu hariç tutayım. Neticede All Hell Breaks Loose, uzun süre verilen bir arada bir thrash metal grubunun ne kadar dolacağını, bunu bir anda nasıl boşaltabileceğini gösterebilen bir örnek.

  1. "Intro" – 0:43
  2. "The Final Curtain" – 4:27
  3. "Machinery of Lies" – 3:42
  4. "Tears of Blood" – 4:03
  5. "Devastation of your Soul" – 4:10
  6. "The Butcher Strikes Back" – 3:08
  7. "World Domination of Pain" – 4:06
  8. "X-Treme Measures" – 4:54
  9. "All Hell Breaks Loose" – 5:40
  10. "Total Desaster 2000" – 3:07
  11. "Visual Prostitution" – 3:50
  12. "Kingdom of Damnation" – 3:37

Meshuggah - Destroy Erase Improve

3 Ocak 2010 Pazar

Jens Kidman - Vokal
Fredrik Thordendal - Solo gitar
Mårten Hagström - Ritm gitar
Peter Nordin - Bas
Tomas Haake - Davul

İlkbaharın son günleri, günlerden pazartesi. Akşam. Önümde bir sürü yapılacak iş, yazılacak yazı var. Dergide kendi bölümlerimi yayına hazırlamalıyım. Bir önceki gün denize gitmişim, güneş kremi sürmeden. Sürmem tabi ki, bir keresinde dinlediğim bütün bir albüm boyunca güneş altında yatmıştım ve bir halt olmamıştı. Zor yanan bir insanım zaten. Ama bu sefer bu tecrübe işe yaramadı, akşam eve döndüğümde her tarafımdan ateş fışkırıyordu. Bütün kaslarım tutulmuş, şort mayonun kapadığı yerler haricinde vücudumun her noktası kıpkırmızı, hassas oğlu hassas. Bu hassaslık kaşıntı olarak geri dönüyor, kaşıdıkça acıyordu. Bir yandan baş ağrısı da yapıyor, hiçbir şey yapasım gelmiyordu. Ertesi sabah okula nasıl kalkıp gidebildim hala merak ediyorum (devamsızlık sınırdaydı da olsun, böyle deyince daha güzel oldu cümle).

Pazartesi akşamı işte, bütün o işler beni beklerken, bütün o saydığım belirtiler devam ederken aklıma sabahki sosyal seçmeli ders geliyor. Örgütsel davranış yani. Bu haftanın konuları arasında iş yerinde çalan müzikten bahsetmek de vardı. Buradan ritmik seslerin insan ritmini bozduğuna varıyorduk. Dört dörtlük ölçüde giden şarkıların insanı motivasyonunu korumakta zayıf olduğunu, sürekli çalındığında veriminin düştüğünü anlatıyordu. Turistler neden bizim dokuz sekizlik müziğimize bu kadar ilgi gösteriyor sanıyordunuz? Aksak müzik adamı harekete geçiriyor da ondan. Sadece dokuz sekizlik ritimler değil, bütün aksak müzikler için de geçerli bu.

İşte, aklıma o sabahki ders geliyor. Cuk diye oturtmuş, denk getirmiş konuyu gününe, Barbaros insanı hoca. “Madem aksak müzik insanı harekete geçiriyor, bir Meshuggah açalım da havamızı bulalım” diyorum, normalde çok nadiren dinlediğim bir grup olmasına rağmen. Başlıyor. Gitarlar girdikten sonraki hemen ilk saniyede bingo! Haklısın Barbaros adlı hocam, büyüksün, tebrikler. Baş ağrısı mı? Hadi canım! Zihnim açılıyor yahu! Birdenbire o yorgun bünye gidiyor, harekete geçiyor. Sözcükler takır takır geliyor. Klavyeyle harf resitali veriyorum resmen. Adobe Flash ile dans ediyorum ayağına basmadan. Adobe Fireworks’ü havaya fırlatıp 5 tur döndürüp aynı estetikle yakalıyorum… Zira ilk şarkı Future Breed Machine hayvan gibi affedersiniz. İnanılmaz bir agresiflikle ve yırtıcılıkla giriyor albüme. Çok hızlı, çok sinirli, çok teknik. Vücudun her uzvu oynamaya başlıyor kendiliğinden. İnsan kendine geliyor yahu! Sapına kadar haklısın Barbaros!

Albümün en başında Future Breed Machine tokadın en sağlamını vurup kendine getiriyor, ondan sonraki şarkılarda da böyle bir şey bekliyoruz. Ama bu kadar sağlam olmuyor. Olsun varsın, en azından koruyabiliyorlar ilk şarkının verdiği o şok geçirip kendine gelme halini. Bütün albüm birbirinden aksak çeşit çeşit ritimle bezeli. Beste olarak uçmuş şarkılar. Belli bir matematiğe göre bir araya getirilen notalar falan var. Bazı yerlerde her enstrüman ayrı ölçüde takılıyor, ondan sonra ölçülerinin ortak katlarının en küçüğünde (okek) bir araya gelip oradan ortak ölçüyle devam ediyorlar. Sonra tekrar ayrılıyorlar falan. Çok fantastik bir şey. Vokal de tertemiz değil, böyle fütüristik havaya uygun bir ton, ama robotik değil tabi. Aralara caz füzyon usulü bölümler de eklemişler.

Uzun lafın kısası, benim gibi deneysel müzikle ilgisi olmayan bir adamın bile ilgisini çekebilecek bir albüm Destroy Erase Improve. İlaç gibi ilaç! Hiçbir şey yapmaya haliniz yoksa takın kaseti, işinize bakın. Bilimkurgu-aksiyon tarzındaki bir filmin müziğe dökülmüş bir hali adeta. Fütüristik, tempolu, öfkeli, deneysel…

Son olarak, o akşam albüm devam ederken işlerimi bitirip bitiremediğimi merak edenlere, hayır efendim bitiremedim. Tam ikinci üçüncü şarkı civarlarındayım, pizza geldi onu yemekle uğraştım. Yemek bittiğinde albüm de bitmişti, ondan sonra yine yanık, iş görmez insan profiline geri dönmüştüm.

  1. "Future Breed Machine" – 5:49
  2. "Beneath" – 5:38
  3. "Soul Burn" – 5:18
  4. "Transfixion" – 3:34
  5. "Vanished" – 5:05
  6. "Acrid Placidity" – 3:16
  7. "Inside What's Within Behind" – 4:31
  8. "Terminal Illusions" – 3:47
  9. "Suffer in Truth" – 4:20
  10. "Sublevels" – 5:14