Motorhead - Orgasmatron

29 Nisan 2008 Salı

Lemmy Kilmister - Vokal, bas
Phil Campbell - Gitar
Würzel - Gitar
Pete Gill - Davul

Söz konusu Lemmy baba olunca aslında sayfalarca yazı yazılır, ama şimdi tıkanmış durumdayım ama yazmam gerek bu yazıyı, vakit az. Öncelikle Orgasmatron’u özellikle tanıtmamın nedeninden başlasam fena olmaz. Şimdi, Motorhead’in ilk kayıtları On Parole, Motorhead, Overkill, Ace of Spades falan çok beğenmiştim, sürekli dinliyordum. Bir de beğendiğim albüm, kaseti olmasından dolayı Snake Bite Love idi. Sonuncuyu saymazsak ilk dördü artarda gelen albümlerdi, ondan sonra gelenlerdeyse tek tek güzel şarkılar olmasına rağmen bir türlü albümün sonuna kadar dinleyemiyordum. Hepsi bilindik Motorhead tarzı ama birbirlerinden hiç de farkları yokmuş gibi geliyordu.

Orgasmatron albümü bu tekdüzeliğe dur diyen albüm oldu benim için. Somut bir neden veremem ama baştan sona keyifle dinlediğim bir albüm bu. Motorhead tarzı dediğimiz olgu zaten devam etmekte her zaman olduğu gibi. Ama bir şey var ki şarkılar birbirinden daha ilk dinleyişte ayırt edilebiliyor. Hepsinin kendine has bir tutumu var ama bir arada dağınık bir görüntü sergilemiyorlar.

Hakikaten ne yazacağımı bilememekteyim şu an. Yahu insan biraz farklı şeyler yapar da biz de tanıtırken kendimizi tekrarlamayız değil mi heh heh. Motorhead yazısı yazarken yaptığım klişeyi burada da yapmak durumundayım o bakımdan, şimdi bu albümü dinlerken motora atlayıp saatte 60-80 kilometre arası hızla otobanın ortasından gitmek vardı. Tabi bu hız Built for Speed ve Ridin’ with the Driver gibi şarkılarda artabilir psikolojik olarak ama unutmayalım ki ağır abi motorcular hız yapmazlar. Kazadan kaçmak için değil, yolun keyfini çıkarmak için. Zira yağmurda koşanın az ıslanmasının nedeni evine daha kısa sürede ulaşmasıdır.

Bu albüm hakkında ufak ayrıntılar, notlar iliştireyim buraya. Orgasmatron, Motorhead’in 4 kişilik kadroyla kaydettiği ilk albüm olma özelliğini taşıyor. Ayrıca normalde albümün adı Ridin’ with the Driver olacakmış, ama son anda Orgasmatron’a çevirmişler. Kapak da yetişmemiş doğal olarak. Kapakta gördüğümüz resim demek ki başka şarkıya ithafenmiş. Ben de bu yazıyı yazarken öğrendim bak. Ayrıca eski Saxon davulcusu Pete Gill’in Motorhead için çaldığı ilk ve tek tam süreli albüm Orgasmatron. Başka şeyler de çalmış Motorhead için ama bunlar sadece No Remorse derlemesi için 4 şarkı kaydındaymış.

Orgasmatron, Motorhead’in ticari olarak başarısız ama takdir edilmesi bilakis oldukça yüksek olan bir albümü. Başta da dediğim gibi baştan sona kolayca dinlenebilen bir albüm. Bir içim su gibi akıp gidiyor hoparlörlerden adeta. Daha ne diyeyim ben bu albüme? Demeyeyim.

  1. "Deaf Forever" – 4:25
  2. "Nothing Up My Sleeve" – 3:11
  3. "Ain't My Crime" – 3:42
  4. "Claw" – 3:31
  5. "Mean Machine" – 2:57
  6. "Built for Speed" – 4:56
  7. "Ridin' with the Driver" – 3:47
  8. "Doctor Rock" – 3:37
  9. "Orgasmatron" – 5:27

Overkill - Horrorscope

Bobby Ellsworth - Vokal
Merritt Gant - Gitar
Rob Cannavino - Gitar
D.D. Verni - Bas
Sid Falck - Davul

Bir keresinde yazlıktan İzmir’e dönüyorum arabayla, o sırada Horrorscope’u dinliyorum. Hava aşırı güneşli, güneş gözlüklerimi takmışım. Güneş gözlüğünün camı dolayısıyla görüntü daha bir keskinleşiyor sanki. Kontrast artıyor gelen sepya tonunun yanında. Yüksek kontrast demek yüksek gerilim demek. Gerilim de bilirsiniz sinema türlerinden. “Buh!” diye korkutma olmaz da, içten içe yavaş yavaş rahatsız eder adamı. Duyu organlarından vücuda birer stres akışı olur.

Prison Break adlı dizi sağ olsun, sayesinde gerilim hissinden keyif almaya başladım. Bu yüzden olsa gerek ilk başlarda pek ilgimi çekmeyen Horrorscope sonradan favorilerimden birisi oldu. Zirve noktasını da işte yazının başında anlattığım yazlık dönüşü yolda yaptı. Birdenbire aklıma bir şey geldi, bir fotoğraf projesi, böyle 72 karede polisiye gerilim tarzında bir hikaye anlatmaca. Doğal olarak siyah beyaz tabi. Agrandizörün başında bir el havada sallanır “ver kontrastı ver kontrastı” nidalarıyla, fotoğraflardaki gerilim köklenirdi. Sonra o proje bitince sergi açardım, insanlar sırasıyla fotoğrafları izler hikayeyi görürdü. Arkaplanda da kısık sesle bir Horrorscope albümü döner dururdu. Eminim müzik sergiye cuk oturur, kolonları inletmediğimiz için kimse de gıkını çıkarmazdı. Yolda bunları düşündüm hep Horrorscope’u dinlerken. O günden sonra da bu albümden söz ederken aklıma gelen ilk kelime “gerilim” oldu.

Overkill’in en olgun ve ciddi albümünün The Years of Decay olduğu söylenir. Doğrudur, ama zaman zaman ciddilikte ondan hemen sonra çıkan Horrorscope onu geçebilir. Zira albümdeki tüm şarkıların karakteristiği birlik içinde, tabi son iki şarkı ile Frankenstein adlı cover dışında. O da Edgar Winter’ın 1973’te yayınladığı bir albümünden. Son iki şarkıyı hiç mi hiç beğenmiyordum, bu ikiliden ilki olan Nice Day for a Funeral başlayınca hele hele ruh halim kötüyse “ay baydın be Overkill” diyordum, zira bu ikili Overkill için biraz depresif kaçıyor. Gerçi Nice Day for a Funeral ile Rock Republic performanslarını izledikten sonra barıştım, son şarkı Solitude’la da albüm favorim olduktan sonra düzelttik arayı ama halen daha albümün genelindeki gerilim havasına sahip olduklarını düşünmüyorum. Ama bütünlük açısından yine de Overkill diskografisinde zirveye oynayan bir albüm Horrorscope. O 3 şarkı dışında dinledikçe öyle geriliyorum ki, gerilimden keyif almanın tadını çıkarıyorum (reklam sloganı gibi oldu heh heh). Hatta şu anda yazıyı yazarken daha bas ağırlıklı ses veren bir hoparlörden dinliyorum, eve yeni getirttim bu eski aletleri, hakikaten ayrı bir keyif alıyorum bu albümden bu haliyle.

Bazı dinleyicileri tarafından Overkill’in en iyi albümü kabul edilen Horrorscope’un o kadar ileri gidip gidemeyeceği artık dinleyenlere kalmış, ama dinlemeyenlere de tavsiye etmekte yarar var. 1990-2000 arasında çıkan en sağlam thrash metal albümlerinden birisi bu. Zira 90-00 arası thrash metal için kan kaybı olduğu kabul edilen bir 10 yıldır, grunge ve alternatif rock sağ olsun, muazzam çok az albüm bulunur. Dolayısıyla dinleyin, dinletin, gerilin.

  1. "Coma" – 5:23
  2. "Infectious" – 4:04
  3. "Blood Money" – 4:08
  4. "Thanx For Nothin'" – 4:07
  5. "Bare Bones" – 4:53
  6. "Horrorscope" –5:49
  7. "New Machine" – 5:18
  8. "Frankenstein" (Edgar Winter) – 3:29
  9. "Live Young, Die Free" – 4:12
  10. "Nice Day... For A Funeral" – 6:17
  11. "Soulitude" – 5:26

Whiplash - Power and Pain

Tony Portaro - Vokal, gitar
Tony Bono - Bas
Tony Scaglione - Davul

80’lerin thrash metal grupları arasında Whiplash’i hiç dinlemediyseniz bile haklarında bir şeyler okuduğunuzda mutlaka aklınızda kalacaktır. Zira, Tony Portaro, Tony Scaglione ve Tony Bono’dan oluşan orijinal kadrosuyla o zamanlar “üç Tony’ler” diye anılıyor grubumuz. Ayrıca Scaglione olan Tony’i bir ara Slayer’da gördük Lombardo’nun yerine. Ne yazık ki bu albümden hemen sonra bozuluverdi bu üç Tony düzeni. Bir sürü eleman girdi çıktı, eleman sayısı 3 ile 5 arasında değişti durdu. Hatta 90’ların ortalarında tarzları da değişti biraz. Neyse ki en son güzel bir geri dönüş yapılarak 1998’de, üç Tony yine bir araya geldi. 1998 gibi bir yılda beklenmesi imkansız bir albüm kapağıyla karşıladılar bizi. Thrashback adındaki bu albümün kapak fotoğrafı o zamanlarda unutulan “aşırılık” pozlarından birini içeriyordu. Fotoğrafın üstündeki logo falan da gayet eski günleri hatırlatıyordu. Müziğine Power and Pain albümü kadar alışamadım ama. Yine de en sevdiğim kapaklar arasına girmiştir hemen.

Biz esas konumuz olan Power and Pain’e dönelim. Tam anlamıyla katıksız bir albüm bu. Saf hız dolu, kaba saba ve kirli vokallere sahip. Şarkı sözleri zaman zaman çok gaz. Spit on Your Grave mesela “kavgaya giderken dinlenmesi gereken ilk 10 şarkı” diye liste oluştursak elini kolunu sallaya sallaya girer. Hayatımda bu kadar ego pompalayıcı çok az şarkıya şahit oldum.

Albüm 34 dakikayla kısa gibi duruyor ama bu kısa sürede de şamarını vurup gidiyor. Muazzam riflere sahip şarkılar. Thrash metal bestelemek isteyenlerin ya da bunu öğrenip üzerinde alıştırma yapmak isteyenlerin dikkatle dinlemesi gereken bir albüm. Özellikle Warmonger ve Power Thrashing Death bu konuda çok güzel şarkılar, bu ikisi arasından da Warmonger ön plana çıkar.

Power and Pain sert ve hızlı olduğu kadar eğlenceyi de göz ardı etmeyen bir albüm. Özellikle son şarkı Nailed to the Cross’un bitiş kısmını dikkatle dinlediğinizde ve grubu gözünüzde canlandırdığınızda inanılmaz eğleniyorsunuz. Rock müzikte bir adet olan şarkı sonlarında doğaçlama bitiş bölümleriyle dalga geçercesine bir türlü bitmek bilmeyen bir bitiş söz konusu. Ayrıca göz önünde canlandırmaktan bahsettim, hani nasıl anlatsam, yani ben canlandırıyorum inanılmaz eğleniyorum. Özellikle "bir davul bir ah" şeklinde tekrarların başladığı kısım çok eğlenceli geliyor.

Bitişiyle tam anlamıyla bir çıldırma albümü olan Power and Pain’i, eğer her albümü 1 satırda anlatmam istense, “Çıldır! Çıldır! Çıldırmayan…” diye devam eden tezahüratla eşleştirirdim. Katıksız bir thrash metal ziyafeti çekmek isteyenlerin kaçırmaması gereken bir başyapıt kesinlikle. Ayrıca kapağına da hastayım.

  1. "Stage Dive" – 3:09
  2. "Red Bomb" – 5:18
  3. "Last Man Alive" – 3:31
  4. "Message in Blood" – 4:04
  5. "War Monger" – 3:18
  6. "Power Thrashing Death" – 4:13
  7. "Stirring the Cauldron" – 4:18
  8. "Spit on Your Grave" – 2:49
  9. "Nailed to the Cross" – 4:05

Twisted Sister - Stay Hungry

Dee Snider - Vokal
Eddie Ojeda - Gitar
Jay Jay French - Gitar
Mark Mendoza - Bas
A. J. Pero - Davul

Metal müzik sanatçılarından bahsederken bir an gaza gelip “baba” gibi kelimelerle hitap ederiz adamlara. Bundan nasibini alması gereken adamlardan biri de hiç şüphesiz ki Dee Snider’dır. Bir Metalcinin Yolculuğu adlı belgeselde de kendisini izleyip gazı almışızdır, işlerine gelmeyen her şeyi zararlı gösteren aile (!) derneklerine karşı heavy metali savunmasını tezahüratlarla izlemişizdir. Tipper Gore’un Under the Blade şarkısının sadomazoşist öğeler taşıdığı iddiasına verdiği cevapta ve akabinde Gore’u sokak tabiriyle oturtması (ya da arka sokak tabirinin kibarcasıyla “popo etmesi”), belgeseli hep beraber izleyen elemanların gol olmuş kadar sevinmesine, olayı kol kola girip kafa sallamalar eşliğinde kutlamasına sebebiyet vermiştir.

Stay Hungry albümünde adeta bu direnişi temsil eden iki gaz şarkı var ki, aslında albümde popüler olan yegane iki şarkı bunlar. We’re not Gonna Take It ve I Wanna Rock adlı bu şarkılardan ikincisini bizim grupla bol bol coverlamıştık, 2 mısrasını söylemek çok zor hakikaten. Öbür şarkıyı da tek başıma söyledim diğerleri enstrümanlarını çalmıyorlardı. Ama salt vokal durumunda söylemesi bile inanılmaz zevkli. Hele hele gençler, bir kısmının omuzlarında boomboxları, hep beraber koşa zıplaya bu şarkı eşliğinde sokaklara dökülmeli, bunu bir eyleme dönüştürmelidir alanlarda. Her zaman ülkeyi mi kurtaracaksınız alanlarda? Biraz da oraları bize bırakın da heavy metal ruhunu savunalım!

Az evvel dediğim iki şarkının kendi klipleri de var ki, her ikisi de birden ayrı birer efsane. Mağdur olan hep aynı adam ama birinde aile babası, birinde de okul müdürü. Bizimkilerin gazabına uğruyor tabi gençlere karışınca. Bir abartı, bir abartı… Ama hakikaten güzel bir şey bu abartıları izlemesi. Hele hele I Wanna Rock’ın klibinde bir sahne vardır. Her “Rock!” dendikten sonra gençler kafalarını okul dolaplarına vururlar. Efsanedir bu sahne! Bir de We’re not Gonna Take It’in klibinde bir anekdot var, onda da davulcu A. J. Pero bagetleri elinden fırlatır, davulu yumruklarıyla çalmaya başlar. Heheeey işte benim adamım!

Tabi tüm Stay Hungry demek bu iki şarkı demek değil. Daha nice güzel şarkılar var. Ama o iki şarkıdaki coşkuyu, isyanı, gençlik galeyanını arıyorsanız hayal kırıklığına uğrayacaksınız çünkü daha çok kendi kafasına göre takılan şarkılar diğerleri. Mesela Burn in Hell, isim olarak bir metal müzik klişesidir, ama benim duyduğum Burn in Hell isimli en güzel şarkı, Twisted Sister’ınki. Sözleri gayet anlaşılır olduğundan ve gerçekten de olan ve olabilecek bir şeyi anlattığı için insanı baya etkiliyor, mesela kendimi vererek dinlediğimde tüylerimi diken diken ediyor. Ondan sonra iki parçadan oluşan bir Horrorteria var ki Captain Howdy adıyla beni tanıştırmıştır. Adı baya geyik olsa da hakkında kurgulananlar o kadar da değil. The Exorcist roman ve filmiyle henüz bir alakam olmadığından hakkında çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim ama şarkı güzel valla. Çirkin diyecek halim yoktu zaten. Olsun, Horrorteria’nın Street Justice kısmının sonu bağrışmalar dolayısıyla çok gaz bir yer.

The Price denen şarkı hüzünlü desem hüzünlü değil, ama yavaş bir şey, böyle umut dolu falan. Mühim bir hedef konulduğunda dinlemenin motive edeceği bir şey. Mesela üniversiteyi yarıda bırakıp tekrar ÖSS’ye girip daha üst yerleri hedefleyen gençlerimiz dinlemeli, çok güzel uyuyor olaya sözleri.

Şimdi ben albüm tanıtımında her şarkıyı ayrı ayrı yorumlamayı sevmem ama geriye 3 şarkı kalmış zaten, tamamlayayım bari. Don’t Let Me Down klasik bir heavy metal parçası, The Beast sözleri çok kolay anlaşılabilen bir şarkı, birisine hediye ettiğinizde övgü babında güzel bir hediye olacaktır. Zira “geri çekil, canavarı yenemezsin. Akıllı ol” tarzı sözlere sahip. Yavaş tempolu biraz. En son şarkı SMF’in açılımında nahoş şeyler seziyorum ama henüz öğrenemedim (not: sonradan keşfettiğime göre buradaki sayfada bir yerde yazıyormuş açılımı). Karakter olarak albümün iki ünlüsü We’re not Gonna Take It ve I Wanna Rock’a en çok yakın olan şarkı. Eğlenceli, orta tempolu güzel bir şey.

Zaten tüm albüm çok güzel. Hatta bu albümü arabadayken aileme dinlettiğimde baya beğenmişlerdi. Hatta bunun öncesinde Venom’ın Welcome to Hell albümünü dinletmiştim de onu da beğenmişlerdi hayretler olsun ki. Herhalde çok sert gitar vuruşlarına sahip olmadıkları için olsa gerek, kafa ütülemeyen albümler ikisi de. Ailelerden tepki gören albümlerin böyle hoşa gitmesi güzel bir şey tabi ki. Sözlerin benimkiler tarafından anlaşılmamasının payı var tabi. Stay Hungry'i dinleyin, sevin rock'n roll adına.

  1. "Stay Hungry" - 3:03
  2. "We're Not Gonna Take It" - 3:39
  3. "Burn in Hell" - 4:42
  4. "Horror-Teria: The Beginning" – 7:42
    1. "Captain Howdy" – 3:44
    2. "Street Justice" – 3:58
  5. "I Wanna Rock" - 3:02
  6. "The Price" – 3:48
  7. "Don't Let Me Down" - 4:26
  8. "The Beast" – 3:29
  9. "S.M.F." - 2:59

Chris Barnes - Vokal
Bob Rusay - Gitar
Jack Owen - Gitar
Alex Webster - Bas
Paul Mazurkiewicz - Davul

"Bu adam nece konuşuyor?"

Ablam İstanbul'dan dönmüş, yanında sipariş verdiğim kaseti getirmiş, ben de hemen kasetçalara takıp dinlemeye başlamışım. Annem odamdan geçerken sorduğu ilk soru buydu. Aslında güzel bir soru, daha beter "metal müzik duyan anne" soruları var şu dünyada çevreden duyduğum. İnanamayacaksınız ama Chris Barnes İngilizce konuşuyor! Sözleri anlaması hakikaten zor ama booklet denen kağıda bakıldığında münhasıriyeti kavramak mümkün. Birinci kural, eğer İngilizce biliyorsanız yemekten önce ve sonra şarkı sözlerini okumayın. Dinleyebilirsiniz, nasıl olsa sözleri anlamayacaksınız. İkinci kural, yemekten önce ve sonra albümün kapağına kafa yormayacaksınız. Bakmayın demedim, sonuçta hakikaten muazzam bir death metal kapağı, ama kafa yorunca işte, hani insanlık hali falan...

1992'de çıkan bu albüm Cannibal Corpse'un en iyi albümü olarak kabul ediliyor. Yine Painkiller yazısında olduğu gibi itiraf etmem gerekir ki, bu albüm dinlediğim tek Cannibal Corpse albümü. Ama işte Six Feet Under sağolsun Chris Barnes'a hissettiğim yakınlık dolayısıyla kendimde bu albümü yorumlayabilecek gücü bulabiliyorum. Her şeyden önce Chris bey çok güzel bir iş çıkarmış vokallerde. SFU'da duyduklarımızdan daha guttural tonda söylüyor daha çok. Ara sıra ani çığlıklarla uykuya dalmakta olan dinleyiciyi şöyle bir dürtüyor. Zira bası köklemiş, sesi de kısmış şekilde dinleyen genç uykusu varsa eğer gayet tabi uyuyabilir Tomb of the Mutilated dinlerken. Ama bu yaklaşımım yanlış anlamalara da mahal vermesin tabi. Mesela davullara dikkat ediniz. Oldukça ta ta ta ta ta diye gidiyor ritmi. Ara sıra topluyor, toparlıyor, ondan sonra yine ta ta ta ta. Ondan sonra gitarların tonu baya baya kalın. Albümden gerilim fışkırmasında önemli pay sahipleri kendileri.

İlk dinleyişte çok fazla ayırt edilemese de hakikaten özgün şarkılar var. Bir kere en başta grubun en ünlü şarkısı Hammer Smashed Face ile baya bir başlıyoruz olaya. Ondan sonra ikinci şarkı I Cum Blood'ı parmak trampetiyle çalmayı çok sevdiğim ritmiyle hatırlarken, üçüncü şarkı Addicted to Vaginal Skin ise girişindeki monolog sayesinde akılda kalıyor. A yüzünün son şarkısı Necropedophile de sonundaki "Necati!" der gibi çığlıklarla kendini belletiyor. Ondan sonra B yüzünde de yanılmıyorsam Post Mortal Ejaculation'da şarkının ortasında Chris Barnes bir çığlık basıyor ki hiç beklenmeyen bir yerde, ilk dinleyişte insan çıkardığı irkilme efektinden sonra "noluyoz?" falan diyor. Bunlar benim aklımda kalan şarkılar şu anda (bu yazıyı da evden uzak bir yerde yazıyorum zaten). Ayrıca belirtmek isterim ki Jim Carrey'nin filmi Hayvan Dedektifi'nde bir sahnede arkaplanda Hammer Smashed Face çalınmış. Demek ki ana dili İngilizce olanlar anlayabiliyor ki şarkı sözleri iğrenç duygulara sebebiyet verdiği için vokalleri gırlamayla değiştirmişler. Jim Carrey'nin en sevdiği grupmuş Cannibal Corpse, ayrıca Obituary'e de bayılırmış. Bu gerçeği öğrendikten sonra kendisi hakkındaki nötr görüşüm birden olumluya doğru yöneldi.

Tomb of the Mutilated zamanında bolca tartışılan, Almanya'da yasaklanan, kapağı değiştirilen bir albüm. Tabi bu dışarıdan bakanları ilgilendiren kısmı. Bizim içinse baya gaz bir albüm, her saniyesi gerilim dolu bir death metal klasiği. "Iyy iğrenç!" diye türlü önyargılarınız yoksa dinleyiniz, deneyiniz.

  1. "Hammer Smashed Face" – 4:02
  2. "I Cum Blood" – 3:41
  3. "Addicted to Vaginal Skin" – 3:30
  4. "Split Wide Open" – 3:01
  5. "Necropedophile" – 4:05
  6. "The Cryptic Stench" – 3:56
  7. "Entrails Ripped from a Virgin's Cunt" – 4:15
  8. "Post Mortal Ejaculation" – 3:36
  9. "Beyond the Cemetery" – 4:55

Darkthrone - A Blaze in the Northern Sky

Nocturno Culto - Vokal, gitar
Zephyrous - Gitar
Dag Nilsen - Bas
Fenriz - Davul

“Hakiki Norveç Usulü Black Metali” adında çağırılan tarzın en başında gelen grup son zamanlardaki albümlerine rağmen Darkthrone. Benim de hakikaten kendimi yakın hissettiğim tek black metal grubu olmasıyla kendi nezdimde ayrı bir yere sahip. Bunda en büyük pay herhalde diğer Norveçli gruplara kıyasla müzikleriyle ön plana çıkmaları. Şu ana kadar hiçbir kaynakta “Norveç usulü” olaylara karıştıklarını duymadım. Hiç şovmen değiller, sadece kendi işlerine bakıyorlar. Bu bakımdan mesela Mayhem’le karşılaştırınca bizlere güzel bir geyik konusu çıkıyor heh heh.

A Blaze in the Northern Sky, Darkthrone’un ikinci albümü. Ya da black metal kariyerlerinin ilk albümü. Ayrıca dört kişilik olan son kadroları. İlk kayıtları olan Soulside Journey daha ziyade bir death metal albümüydü, ama yine de death metal dediysek gorgorlu şeyler yoktu. Hatta öyle bir hava sunardı ki kendi çapımda “dead metal” diye tanımlandırmışlığım bile vardır Soulside Journey'i. O zamanlar o albümle kemik bir kitle oluşturmuş olamayacağından ve bazı şeyler muhtemelen oturmadığından, A Blaze in the Northern Sky ile birlikte black metale geçilmesi çok tepki toplamamıştır herhalde. Hatta söz konusu Norveçli müzikseverler olduğunda (o anı göz önüne alarak diyorum) memnun bile kalmışlardır herhalde.

Albüm daha kapağından belli ediyor gruptaki değişimi, corpse paint yapmış bir adam (Fenriz diye okumuştum, yoksa o Transilvanian Hunger mıydı?)(şimdi baktım bu kapaktaki adam Zephyrous imiş) görünüyor. Kaydın girişinde de dakika bir gol bir, Agathus Daimon ilahisi eşliğinde senaryosal bir diyalog, albümün adının da telaffuz edilmesiyle güzel bir giriş sunuyor, ardından da uzun mu uzun bir şarkı. Onu geçelim, ikinci şarkıya gelelim. Bence en mühim parça bu, In the Shadow of the Horns. Dikkatle incelendiğinde hatta, günümüzde Darkthrone’un punk öğeleri kullanmasına laf edenlere cevaben sunulabilecek bir şarkı, zira şarkının girişi gayet punk havasında. Fenriz ise bu şarkıda Motorhead’in büyük etkisi olduğunu söylüyor. Özellikle vokalin bir de “C’mon!” demesi bir black metal eserinde yüzümüzün gülmesini sağlayan bir durum olmuş. Sonlarındaki akustik gitarlı bölümüyle de müziğine zenginlik katmış Darkthrone. Ayrıca bir ayrıntı da, akustik gitarın altında çıldıran elektrogitarın çaldığı rifin bir sonraki albüm Under a Funeral Moon’da kullanılması. İlk önce Under a Funeral Moon’u dinlediğim için bu ayrıntıyı keşfedince baya şaşırtmıştı beni bu durum. In the Shadow of the Horns’a en mühim şarkı dedim ama ondan sonra gelen Paragon Belial’i de unutmamak lazım. Bu yazıyı yazarken dinlediğimde kafamı oynatan, tüylerimi diken diken eden, kısacası beni havaya sokan şarkı oldu.

Albümün geneli aslında ilerleyici bir yapıya sahip sayılır. Zaten 6 şarkı var ve bir 10+ dakikalık, iki 7+ dakikalık, bir de 6+ dakikalık şarkılar var. Diğer ikisi de 4 dakikanın üzerinde yine. Çok fazla tekrara rastlamadım açıkçası, hatta yeni yeni bölümler duyuluyor şarkılar ilerledikçe. Gitar tonları çok tiz, kayıt kalitesi bundan sonraki albümlerle karşılaştırınca tertemiz kalıyor. Gitarlar tiz ama yine de müzik kulağı dolduruyor, uçucu değil. Ortanın biraz üstünde bir tempo var, nadiren çıldırma seviyesine çıkıyor bu tempo. Nocturno Culto’nun vokaller yankılı. Aralara Fenriz geri vokaller serpiyor.

A Blaze in the Northern Sky, Darkthrone’un hakiki, halis muhlis, katıksız Norveç black metali tarzındaki albümleri arasında bence en sağlam olanı. Bir ara favorim Under a Funeral Moon’du ama o nispeten dinlemesi daha kolay bir albüm zaten. Bunaysa alışması zor, ama alıştıktan sonra da kendini dinleyicinin favorileri arasına yerleştirmesini biliyor. Neticede çok güzel albüm.

  1. "Kathaarian Life Code" – 10:39
  2. "In the Shadow of the Horns" – 7:02
  3. "Paragon Belial" – 5:25
  4. "Where Cold Winds Blow" – 7:26
  5. "A Blaze in the Northern Sky" – 4:58
  6. "The Pagan Winter" – 6:35

Black Sabbath - Sabotage

Ozzy Osbourne - Vokal
Tony Iommi - Gitar
Terry Butler - Bas
Bill Ward - Davul

Hiçbir zaman kesin cevabı verilemeyecek olan “heavy metalin ilk grubu kim?” sorusunun olası cevaplarından birisi Black Sabbath. 60’ların baya sonundan beri devam eden yollarında bu yazıda yer alan durakları Sabotage albümü. Black Sabbath’ı ilk dinlediğim albümdür de ayrıca, hatta bu ilk dinleme bizzat kasetleri vasıtasıyla gerçekleştiği için bu büyüklerimizi pek fazla dinlemesem de çok mühim albümdür Sabotage benim için. Hiç kuşkusuz, Black Sabbath’ın diskografisi içinde de en mühimi olsa gerek. Ya da en azından en mühimlerinden birisi olmalı.

Albüm Hole in the Sky ve Symptom of the Universe gibi hakikaten bomba gibi şarkılara sahip. Özellikle Symptom of the Universe’ün tarihin ilk thrash metal rifine sahip olduğu söyleniyor. Bu konuda az evvel dediğim kadar tartışma yaşanmaz herhalde. Diğer alt metal tarzlarına da referans sağlıyor bu albüm tabi. Mesela Megalomania böyle bir şarkı, doom metali etkileyen bestelerden. Kesik kesik vokallere sahip, büyük bir kısmı oldukça yavaş tempoda giden, agresif olmayan bir şarkı. Ondan sonra ikinci yarının başındaki şarkı Thrill of it All’un girişini çok beğenirim, çok karizma hakikaten. Bir de birbirine bağlı iki şarkı, birisi Am I Going Insane ve The Writ albümü bitirirken, bu söylediklerimin ilki bolca klavye destekli, sapıtık bir şarkı zaten. Baya da 70’lerin havasını veriyor kulaktan. Hoş, tüm albüm öyle sayılır ama bunu duyunca doğrudan akla koca güneş gözlükleri, afro saçlar, uzun favoriler, pastel ama çeşitli renkler geliyor.

Albümden şarkılar birçok defa coverlanmış doğal olarak. Benim keşfettiklerimin yanına araştırırken rastladıklarımı ekleyerek şunları sıralayayım size: Hole in the Sky Overkill tarafından konserlerde bolca coverlandı, bir tanesi de Fuck You and Then Some derlemesinde yayınlandı. Aynı şarkı Machine Head ve Pantera tarafından da coverlanmış. Symptom of the Universe’i Sepultura coverlamış, ayrıca Daemon adında az bilinen bir grubun (Konkhra ile haşır neşir olanlar tanıyacaktır muhtemelen) The Second Coming albümünde de aynı şarkının coverı mevcut. Ondan sonra Venom’ın da Prime Evil albümünde Megalomania’yı coverladığını biliyorum. Başka da bilmiyorum.

Neticede müzikal olarak önceki albümlerden çok daha zengin bir albüm olan Sabotage, Black Sabbath’ın önde gelen eserlerinden birisi olarak anılması gayet doğal bir şey. Aksini iddia eden olmadığı gibi böyle bir söylemde bulunmayı muhtemelen yazıya artık bir son vereyim diye düşündüm galiba, ama kapatırken şunu da söylemek lazım. Tamam babalar efsaneler falan, yaşlılar da artık, ama n’içün orijinal kadro sadece canlı performans verir son 10 yılda? Konserde harcanan efor stüdyodan daha fazla değil midir? Niye yepyeni bir kayıt yapmazlar da yılların isim büyüklüğünün sağladığı talep üzerine paraya para demezler yayınlanan bir sürü canlı albüm ve derlemeler ile? Orijinal kadronun büyüsü mü bozulur? Herhalde bu yüzden olsa gerek, solo çalışmalara devam ediyorlar yine. Bundan sonrası artık derin mevzular. O yüzden burada keselim, Sabotage güzel albüm heh heh.

  1. "Hole in the Sky" – 3:59
  2. "Don't Start (Too Late)" – 0:49
  3. "Symptom of the Universe" – 6:29
  4. "Megalomania" – 9:46
  5. "The Thrill of It All" – 5:56
  6. "Supertzar" – 3:44
  7. "Am I Going Insane (Radio)" – 4:16
  8. "The Writ" – 8:09

Judas Priest - Painkiller

20 Nisan 2008 Pazar

Rob Halford - Vokal
K.K. Downing - Gitar
Glenn Tipton - Gitar
Ian Hill - Bas
Scott Travis - Davul

İtiraf ediyorum, bu yazıyı yazdığım şu anda dinlediğim tek Judas Priest albümü Painkiller. Onu da zamanında Zor dergisinde okuduğum bir kritiğin gazıyla edinmiştim. 10 üzerinden 10 vermişti yazar kişi bu albüme. Sonra dinledim baktım, oo dedim, hakikaten de klasikmiş kendileri. Bir başka itiraf da bu albüm sürekli dinlediklerim arasında değildir, ara sıra nadiren estiği zaman dinlerim. Ama her dinleyişimde muazzam bir tat, muazzam bir müzik ziyafeti azizim… Hele bir keresinde elektrikler kesilmişti, mum ışığında ders çalışayım demiştim, bu arada da bu albümü dinliyorum. İnanılmaz bir keyifti. Evde tek başıma yaşasam herhalde hobilerimden birisi ışıkları söndürüp mum ışığı eşliğinde Painkiller dinlemek olurdu.

Epik ama günümüze yakın. Zaten şarkılardaki epiklik böyle olmalı. “Toplanın hadi adam dövmeye gidiyoz” tarzında mesela. Ya da “o kadar vücut çalıştım ki zincirimi kırarım motorumla turlayıp hava atarım” gibi. Bu söylemler All Guns Blazing’in girişindeki salt vokalin olduğu kısmı duyunca aklıma geldi. Neredeyse tüm şarkılar da bu havada seyrediyor zaten. Tam motor işi. Ama bu sefer dağ bayır gezmeye değil de adam dövmeye gider gibi düşünüyorum niyeyse. Bunda maço ve kuvvetli müziğin de payı çok büyük hiç kuşkusuz. Heavy metal tarzına imza olabilecek kısımlara sahip şarkılar hep.

Öne çıkan şarkıları saymak gerçekten zor benim için. Anca şu anda çalan Metal Meltdown’daki solo düellosundan bahsedebilirim. Bir sağdan bir soldan çok güzel solo manyağı oluyorsunuz. Ayrıca diğer şarkılardan farkı birkaç yüz metreden fark edilebilecek tek şarkı A Touch of Evil. Albümde sentezleyici kullanılan tek şarkı olduğu yazıyor ama o zaman Nightcrawler’ın başındaki kısım nedir diye sorarım buradan Vikipedi’ye yazan kişiye. O da duymaz beni tabi, yabancı zaten. Neyse, A Touch of Evil hakikaten diğerlerinden bir miktar farklı bir şarkı, ama bir o kadar da en çok tüy dikenleştiricisi özelliği taşıyor. Bir miktar daha yavaş tempolu, ama yine bir o kadar da gayet damar melodilere sahip bir şarkı. Sözleri şeytani ele geçirilme üzerine gibi görünse de Rob Halford Metal Hammer’a verdiği röportajda bunun aslında metaforik bir aşk şarkısı olduğunu söylüyor. Söz konusu metafor olunca her şey mümkün azizim heh heh. Ayrıca söz muhtevadan açılmışken şarkı olan Painkiller’ın konusuna da değinelim (sen sağol Vikipedi). The Painkiller denen şey kurgusal bir mesih imiş. Metal bir mesih olan The Painkiller (ya da “metal mesihi” de olabilir belki. İngilizce dilinin kendi basitliğine verelim bunu) (ama kapaktaki karakter de metalden) dünyaya kötülüğü ve insanlığın yok edilişini önlemek üzere gönderiliyor. Gerisini de şarkı sözlerinde anlatmışlardır herhalde artık.

Diğer albümleriyle malum nedenlerden ötürü kıyaslayamıyorum ama herkes “Painkiller en iyi albüm” dediyse vardır bir şey deyip susmak lazım. Hatta bilir misiniz sevgili okurlar, bir ara Boo!’da “10 Klasik Metal Albümü” diye bir yazı yazayım demiştim de vazgeçmiştim. O onlunun içinde bu albüm de vardı. Niye ilk 50 içinde 28. sıraya koyduğumu sorarsanız, o da listenin aşırı kişisel olduğundan dolayıdır. Dedim ya, uzun aralıklarla dinliyorum. Ama dinledim mi de mest oluyorum şahsen. Günün birinde kocaman bir motorum olursa arkasına Leather Rebel yazdırmam dileğiyle (liselim yazmaktan iyidir herhalde heh heh), iyi dinlemeler.

  1. "Painkiller" – 6:06
  2. "Hell Patrol" – 3:37
  3. "All Guns Blazing" – 3:58
  4. "Leather Rebel" – 3:35
  5. "Metal Meltdown" – 4:48
  6. "Night Crawler" – 5:45
  7. "Between the Hammer & the Anvil" – 4:49
  8. "A Touch of Evil" – 5:45
  9. "Battle Hymn" – 0:58
  10. "One Shot at Glory" – 6:49

Misfits - Earth A. D.

Glenn Danzig - Vokal
Doyle - Gitar
Jerry Only - Bas
Arthur Googy - Davul

Eğer bir Amerikan vatandaşı olsam acaba Misfits için aynı şeyleri hisseder miydim bilmiyorum. Çünkü sözlerinin muhtevası korku konuları üzerine ve ben onları (en azından Glenn Danzig’li kayıtlarını) dinlerken çok eğleniyorum. Yani öyle bir eğlence ki, bu eğlence beni neşelendiriyor. Neşeli bir insan oluyorum onları dinledikçe. Halbuki korkmasam bile en azından karanlık hislere sürüklenmem gerekir sözlerine dikkat etsem. “İngilizcem manyaktır benim” diye çevreye çok güzel hava atarım ama ana dil olmayınca şarkı sözleri şarkı sırasında çok da dikkate alınmıyor işte.

1977’de kurulan grup 1983’e kadar devam ediyor, ondan sonra dağılıp 1995’te tekrar bir araya geliyor. Ama ikinci gelişte kurucu Glenn Danzig yok. Reddediyor grubu yeniden kurmak isteyen Jerry Only ve Doyle’u. En azından isim haklarını veriyor da grup yine Misfits adıyla görünüyor. Ama merchandising haklarını da paylaşmak şartıyla. Neticede grubun benim sevdiğim kısmı Danzig’in bizzat dahil olduğu kayıtlar. Çünkü yani nasıl desem, 1995’ten sonraki kayıtlar çok böyle hani Amerikan gençlik filmlerinde duymaya alıştığımız tarzda “liseli punk” diye adlandırdığım şeylere benziyor. Gerçekte benzemiyorsa da bir şeyler var ki ısınamadım. Ama 77-83 arası dönem öyle mi hiç? Son derece muazzam. O zamanlar çıkan albümlerden Earth A. D. çok güzel.

Earth A. D. ve bazen yanına konulan Wolfsblood isimli albüm en sevdiğim Misfits albümü olur mu bilmem. Aslında olabilir de. Bunda da çok güzel şarkılar var. 77-83 döneminin son albümü olan bu Earth A. D.’deki şarkılar öncekilere nazaran daha hızlı, daha sert, daha az melodik ve muhtevası daha kanlı. Bu durum tabi eğlenmeye engel değil. Hala çok eğleniyorum albüm boyunca. Bu albümün en sevdiğim yanlarından birisi şarkıların adeta tekerleme gibi olması. Aslında bu sadece bu albüm için değil Misfits’in neredeyse tüm 77-83 dönemi için geçerli. Eğlenmemin en mühim sebeplerinden birisi bu olsa gerek. Albümün geneli bağırmalı vokallerle geçiyor ama bazen bağırma anırmaya dönüşüyor ki buralar çok keyifli. Şarkılardan 3 dakikayı geçen bir tek Die Die My Darling var, o da zaten Metallica sağ olsun baya ünlüdür bu sayede. Metallica’nın meşhur ettiği şarkılardan söz etmişken Green Hell de bu albümde yer alıyor.

Basit bir müzik olan punkı böylesine zenginleştiren nadir gruplardan olan Misfits’in sadece bu albümünü değil, o dönemdeki tüm bestelerini öneririm benden tavsiye isteyenlere. Nedenini tam olarak bilmiyorum ama dinledikçe keyiflendiren bir müzik bu. Hiç karanlık değil, hatta iyice çocuklaşmak gerekirse şarkılar birer oyun gibi (evet tekerlemeden oyuna geçtik heh heh). Bütün çocuklarımız bu şarkıları benimsemeli, yağ satarım bal satarım oyununu Death Comes Ripping diye değiştirmeliler.

  1. "Earth A.D." – 2:09
  2. "Queen Wasp" – 1:32
  3. "Devilock" – 1:26
  4. "Death Comes Ripping" – 1:53
  5. "Green Hell" – 1:53
  6. "Mommy, Can I Go Out & Kill Tonight" – 2:03
  7. "Wolf's Blood" – 1:13
  8. "Demonomania" – 0:45
  9. "Bloodfeast" – 2:29
  10. "Hellhound" – 1:16
  11. "Die, Die My Darling" – 3:11
  12. "We Bite" – 1:15

Mayhem - Deathcrush

Maniac - Vokal
Euronymous - Gitar
Messiah - Ek vokaller
Necrobutcher - Bas
Manheim - Davul

Hayatı filme alınabilecek gruplardan en filmlik olanı Mayhem’in 1987 kayıtlı bu kısa albümü şu andaki konumuz. Norveç black metal grupları arasında demo olmayan ilk yayınlanmış kayıt olma özelliğine sahip olan Deathcrush kanımca en severek dinlediğim albümleri. Bunda kısa olmasının da bir katkısı var mıdır bilmiyorum ama yine bu ayarda kaydedilmiş ama 40-50 dakikaları bulsa yine de sıkılmazdım herhalde. Mayhem’in sonraki kayıtlarından çok farklı, daha değişik bir havası var. Serseri kokusu alıyorum Deathcrush’ı dinlerken. Yanılıyorsam düzeltin de bunda müzikteki bol punk etkisinin payı büyük olsa gerek. Vokaldeki Maniac adlı arkadaşımız eşi benzeri o zamana kadar görülmemiş olabilecek bir performans gösteriyor (o zamandan sonra Burzum’da rastladım ben mesela). Adeta işkence görüyormuş gibi bir ses veriyor bu albümde. Maniac’in sonraki kayıtlarına baktım buradaki aynı tarzda söylemiyor oralarda. O zaman Deathcrush’ı diğer kayıtlardan farklı bir yere koymam doğal demektir.

Albümdeki Mayhem bestelerinin hepsi de grubun ilerleyen dönemde klasik haline gelen şarkılar. Neredeyse her konserin demirbaşları. Giriş niteliğindeki Silvester Anfang parmaklarıyla masaya vuranlar için çok güzel şarkı, sadece vurmalı çalgıların kullanıldığı bir şey. Metal müziğe “ıyy” diyen parmakvurucular bile dinlemeli, toplantıda ya da derste sıkıldığında uygulamaya başlamalı. Ondan sonra Deathcrush, Chainsaw Gutsfuck, Necrolust falan bunlar çok serseri şarkılar. Hele hele Necrolust inanılmaz bir şey, bir ara tempo çıldırıyor, dinlerken bile manyak olunuyor. Hakikaten inanılmaz bir his. Şu anda dinliyorum ama henüz oraya gelmedim. Gelene kadar şu an çalan Witching Hour’u anlatayım. Venom’ın en çok coverlanmış şarkılarından birisi. Deathcrush’a bir miktar rock’n roll katıyor (Venom’ın tarzında bir miktar bundan da vardır). Hah şimdi geldim Necrolust’a. İnanılmaz bir şey, şarkı ikinci yarısından itibaren o kadar hızlanıyor ki yani nasıl anlatsam, vokalinden gitarına, basından davuluna tüm grup birden çıldırıyor adeta. Herkeste inanılmaz bir hız, bir manyaklık… Mayhem’in açık ara en sevdiğim şarkısı Necrolust.

Filmlerde kullanılabilecek bir şarkı (Weird) Manheim, albümün bazı yayınlanmalarında tek başına 3 dakikalık bir şarkı olarak görünürken, gerçekte özünde az evvel dediğim gibi filmlerde kullanılabilecek bir enstrümantal parça, ardından Pure Fucking Armageddon geliyormuş. Bendeki albümde tek parça halinde, PFA’nın adı geçmiyor.

Neticede hakiki Norveç usulü black metalin en ilk örneklerinden birisi olan Deathcrush ekstrem metal sevenler tarafından kesinlikle dışlanmayacak bir albüm olsa gerek. Temiz müzik taraftarlarıysa muhtemelen pek beğenmeyeceklerdir. Ama kişisel fikir olarak en güzel Mayhem kaydı Deathcrush açıkçası. Evet bu kadar, bitti, heh heh.

  1. "Silvester Anfang" – 1:56
  2. "Deathcrush" – 3:33
  3. "Chainsaw Gutsfuck" – 3:32
  4. "Witching Hour" – 1:49
  5. "Necrolust" – 3:37
  6. "(Weird) Manheim" – 0:48
  7. "Pure Fucking Armageddon" – 2:09
  8. "Outro" – 1:09