Dr. Skull - Hershey Yolunda!?

13 Ağustos 2009 Perşembe

Serdar Tuksal - Vokal
Murat Ersöz - Gitar
Mustafa Erman - Bas
Alper Yarangümeli - Davul

Tepeye not: Bu yazı Boo! dergisinin 37. sayısında yayınlanmıştır, yeni yazmadım eski yazdım.

Yerli heavy metal efsanelerinden Dr. Skull’ın şu anda kapağını görmekte olduğunuz albümü üzerine konuşmak isterim. 1994 yılına gelince vokalisti değişen, şarkı sözlerinin dili değişen ama kendisi değişmeyen grup iki albümdür yaptıkları kelime oyunlarına nispeten daha zayıf da olsa devam ediyor Hershey Yolunda diye. Günümüzde yapılsa hiç hoş karşılanmayacak olan hareketi, isterseniz adam kayırmaca deyin ama Dr. Skull yıllar evvel yaptığı için hiç kınamıyorum. Varsın olsun, hepsi canımız ciğerimiz. Zaten eleştiri amaçlı yapılmış bir şey, sonundaki o !? işaretini görmüyor musun arkadaşım?

Hershey Yolunda, ne olduğunu bir türlü anlayamadığım kapak resminin (belki de fotoğraftır) (doğaçlama düzeltme: kapaktaki şeyler koyunmuş, ortadaki hariç hepsi beyazmış, ortadaki kara koyunmuş) üzerine pembe renkle yazılan grup logosu ve albüm adıyla daha da bir bağrıma bastırıyor kendini. Özensiz işler bazen böyle yapabiliyor işte. Amatör hava mı dersiniz, yokluk mu, yoksa hakikaten “sallamıyoz biz böyle şeyleri” demek mi bilemem ama daha samimi geliyor böyle şeyler. Hele günün birinde kasetini bulursam ne yapıp edip yazlıktan getirttiğim gibi bozulan kara kutu şeklindeki teybi tamir ettirip onun mono hoparlöründen boğuk boğuk dinleyeceğim. Evet en büyük emelim bu heh heh.

Albümde müzik ile sözler tezat oluşturuyor. Müzik baya eğlenceli giderken, sözlerse oldukça muhalif, sorgulayan, duyarlı bir karakterde. Müzik için heavy metal diyoruz ama Dr. Skull geleneği olan punk etkileri de bolca yer buluyor bu albümde. “Ayaklarım zincir / Dört bir yanım duvar / Elim cebimde / Cebim delik / Elimde ne var?” şeklindeki nakaratıyla efsaneleşmiş şarkı Elim Cebimde bu albümde. Daha neler neler var. Mesela Zaman adlı şarkının girişindeki sözlere ilk kez kulak kabarttığımda yaşadığım şoku hala hatırlarım: “Doğuya giden bir gemi güvertesinde, batıya koşar insanlar belki de”. O andan itibaren sözlere çok daha dikkat ettim ve ilk dinleyişlerimden çok daha farklı bir albüm buldum karşımda. Gazeteyi okuyup ilgili kişilere günlük “vay eşşek herifler” sözümü söyledikten sonra bir fincan kahveyle beraber çok güzel gidecek anlara sahip bir albüm.

Yıllar geçmesine rağmen kesinlikle anlattığı, eleştirdiği şeyler hala geçerliliğini koruyor. İnsanlar hala para hırsları yüzünden ormanları yakıyor, oldubittiye getirip oteller dikiyor. Bir yandan insanlar cahilliğe ve fakirliğe maruz bırakılırken diğer tarafta halen daha kendisini tehdit eden şeyleri görmezden gelen duyarsız bir kitle var. Halen daha bazı yerlerde oruç tutmayanlar, içki içenler, kısa giyinenler ve o kafanın “hoş göremeyeceği” diğer şeyleri yapanlar dayak yiyor. Hala kendisiyle belki de hayatı boyunca bir münasebete girmeyeceği devlet liderlerinin hırsları yüzünden yaşadığı yerler bombalananlar var. Sağ çıkabilirse ne ala. Albümü dinledikçe bunlar aklımıza geliyor ve bunların hala devam etmesine mi üzülelim, yoksa bu albümün zaman içinde eskimeyecek kadar nitelikli olmasına mı sevinelim, orası biraz karıştırıyor aklı tabi. Ama albümün tadını çıkarıp o yıllarda yapılan müziği hayran hayran dinlemek kişisel ruh sağlığımız için daha iyi olsa gerek. Çünkü bildiğimiz Dr. Skull mizahı bu albümde de devam ediyor.

Gökova şarkısında nakaratta “kötü kelime” sayılabilecek bir kelimeyi öyle bir sansürlüyor ki, belki de ilk defa sansüre alkış tutuyoruz (“’Ih!’ yolu” da ne ola ki?). Daha başka, Sen adlı şarkı var. Sevgiliye yazılmış yavaş, romantik bir şarkı diye dinliyoruz, ta ki sonunu öğrenene kadar. Öğreniyoruz ki, şarkının esas oğlanının sevgilisi hakikaten b.k gibiymiş heh heh. Şarkının o dakikaya kadar duyduğunuz sözleri işte o zaman bir anlam kazanıyor, ikinci dinleyişinizde kahkaha tufanı şekline geçiyor şarkı.

12 şarkı, 41 dakika. Yani şarkılar çok uzun değil, baymıyor, sıkmıyor tadında bırakıyor Dr. Skull. Tabi dağılacaklarını bilselerdi eğer, ayıp etmiş olurlardı albümü uzatmadıkları için. Ne yazık ki rock müzik 90lar yerine 2000'li yıllarda rağbet gördü ülkemizde. Gerçi bugün rağbet gören şeye “rock” demeye bin şahit ister ama en azından tutunabilirlerdi (aslında düşündüm de, 1000’den fazla şahit çıkar. Kitleleri peşinden sürükleyen bir şeyden bahsediyoruz heh heh). Bu albümün ardından vokalist arkadaşımız pop müziğe yöneldi. Bu albümde hakikaten güzel söylemiş ama olmadı, racona ters her ne kadar paraya ihtiyaç da olsa heh heh. Diğer hakiki “dr” elemanlarsa doktorluk mesleklerine devam ettiler. Şu anda da öyle, hatta yurt dışında çalışıyorlar sanırım. Bizlere bıraktıkları 3 mükemmel (duygusal bakıyorum olaya) albüm için tekrardan teşekkür Dr. Skull’a.

  1. "Herşey Yolunda" – 2:31
  2. "Başlama Yine" – 2:43
  3. "Yeni Baştan" – 3:08
  4. "Zaman" – 4:58
  5. "Elim Cebimde" – 2:51
  6. "Güneşin Sesi" – 5:21
  7. "Yandı Herşey" – 3:17
  8. "Uzakta" – 2:35
  9. "Gökova" – 2:48
  10. "Sen" – 2:58
  11. "Yaşamak İstiyorum" – 4:32
  12. "Dur Artık" - 4:17

Black Sabbath - Paranoid

Ozzy Osbourne - Vokal
Tony Iommi - Gitar
Geezer Butler - Bas
Bill Ward - Davul

Tepeye not: Bu yazı Boo! dergisinin 37. sayısında yayınlanmıştır, yeni yazmadım eski yazdım.

Albüm incelemesi yazarken aynı anda o albümü dinlemek mi daha faydalıdır yazar için? Yoksa bir şey dinlememek mi? Ya başka bir şey dinliyorsa? Hem de çok alakasız. Buraya ara sıra benim de kafamı dinlemek isteyebileceğimi yazacaktım ama şu an çalmakta olan Nuclear Assault şarkıları samimiyetim konusunda kendime şüphe düşürüyor. Amma velakin, doğru olan bu. Bir gün benim de kafa dinleyesim geldi ve uzun zamandır yanı başımda olan ama fütursuzca “bu mu metal? Çok hafiiif!” deyip dinlemediğim Paranoid bugün en çok takdir ettiğim albümlerden biri oldu. Bu arada hazır şu an ne dinlediğimi söyleyerek yaptığım gibi yazı masasından canlı yayın yapma tekniğini kullanırken şunu da eklemek isterim ki, suratımı kaşıyayım derken sivilcelerimi yoldum hüeaaaa!!!

Black Sabbath’ın altın klasiklerini sunduğu 1975 yılına kadar olan dönemin ikinci elemanı olan Paranoid, bu dönemin karakteristik müziğine sahip tabi ki. Bu ilk 6 albümde ne yaptılarsa zaten tamamen kendilerine özgü bir müzik, şahıslarına münhasır bir hava yakaladılar. Hatta canlı yayına devam, şu anda benimle konuşmakta olan eski yazarlarımızdan (güncel not: Boo!'nun eski yazarlarından tabi) Alper Kara bu münhasıriyette Tony Iommi’nin elinin sakatlanmasının başrol oynadığını söylüyor. Malumunuz bu arkadaşlar döküm işçisiydiler bir zamanlar, tehlikeli işler yani. Parmaklarını kaptırıyor, az bir kısmı gidiyor. Tam basamıyor ondan sonra teknik oluyor. Öyleymiş yani. İşte efendim bugün Saint Vitus’ten, Trouble’dan, Pentagram’dan veya Cathedral’den veya bilumum doom metal gruplarından bahsedebiliyorsak belki de adamcağızın parmaklarının o gün kırpılmasından ötürüdür.

İlk albümden daha karanlık değil, Master of Reality’den daha ağır da değil, ama çok daha dengede şarkıları var. Albümün neredeyse yarısı klasik oldu zaten camiada. War Pigs, Paranoid, Iron Man üçlüsü her daim coverlanabilen şarkılar, nispeten daha genç gruplar tarafından. Onlar kadar ünlü olmasa da benim inanılmaz hoşuma giden bir parça Electric Funeral. Teknikten anlamadığımı tekrar dile getireyim burada, heavy metalin ilk wah pedalının kullanıldığı şarkı olabilir. Pedal kullanılmadıysa bile en azından ona denk bir etki duyuyoruz. Şarkıyı ağzımla taklit etmek en büyük keyiflerimden bir tanesi. Albümün sosyete takımı dışında çok sevdiğim bir diğer şarkı da Hand of Doom. Bir öyle bir böyle diyor, bir anda değişik yerlerden başka değişik yerlere giriyor şarkı. Şöyle bir yere dalıp giderken çok güzel eşlik ediyor.

Sabbath’ın önceki dönemlerden kalan caz ve blues alışkanlığı bu albümde de devam ediyor, henüz çok kaybolmamış. Misal? Rat Salad denen enstrümantal şarkı. Ondan sonra en son sıradaki Jack The Stripper/Fairies Wear Boots da böyle etkiler barındırıyor daha. Eh 8 şarkının 7’sinin adı geçmişken Planet Caravan’ı da atlamayalım. Ozzy’nin sesinin boğuklaştığı, basın ve dingin bir perküsyonun başrolde olduğu dingin ve çok da aydınlık olmayan bir şarkı. Al işte bol bol kafanı dinle azizim heh heh.

Sene 1970. Dünya muhtemelen çok daha yaşanası bir yer bugüne nazaran. Kötü bir şey varsa, geçen 39 yılda çıkan onca güzel müziğin o sırada henüz bir kayıt ortamında vücut bulmamış olması. Ha bir de cep telefonu olmadığından arkadaşlarla buluşmak daha zordu tabi. Paranoid bir önceki albümün üzerinden daha 1 yıl geçmeden çıkıveriyor. Millet daha önce hiç duymadığı bu karanlık müziğin varlığından haberdar olmanın şokunu üzerinden atamamış, 7 ay aradan sonra bir de Paranoid çıkıyor. Olacak iş mi bre Black Sabbath?

  1. "War Pigs/Luke's Wall" – 7:57
  2. "Paranoid" – 2:52
  3. "Planet Caravan" – 4:32
  4. "Iron Man" – 5:58
  5. "Electric Funeral" – 4:52
  6. "Hand of Doom" – 7:07
  7. "Rat Salad" – 2:31
  8. "Jack the Stripper/Fairies Wear Boots" – 6:15

Holy Moses - Master of Disaster

Sabina Classen - vokal
Franky Brotz - gitar
Joern Schubert - gitar
Jochen Fuenders - bas
Julien Schmidt - davul

Tepeye not: Bu yazı Boo! dergisinin 36. sayısında yayınlanmıştır, yeni yazmadım eski yazdım.

Almanya nasıl bir ülkedir öyle ya Rabbim!

Ukrayna’dan bahseden Türk erkekleri gibi başlamamın nedeni Almanya’nın kızları değil, bilakis, heavy metal müziği. Organizatör olsam salt Alman gruplarının olduğu bir festival yapardım, geçen yılki Hellfest’e rakip olurdu. Wacken demeyeyim, ince espri olmasın.

Almanya’nın bağrından çıkan onca başarılı gruptan bir başkası Holy Moses. Özel bir grup aslında. Bunun nedeni ne yeteneğiyle ün yapmış müzisyenleri barındırması, ne de dünya çapında çok başarılı olmuş bir albüm yayınlamaları. Hatta aslında yeterince ilgi görmüyor bile diyebilirim. Sadede geleyim, en azından Holy Moses’ı benim için özel kılan, vokalistinin bir kadın olması. Hmm hayır bu tek başına yeterli bir neden olmadı. Holy Moses çünkü son 10-15 yılda mantar gibi türeyen senfonik (yer yer gotik, yer yer power) metal gruplarından değil. Çatır çatır thrash metal yapıyor. Sabina Klassen de çatır çatır söylüyor. Ne var ki albümlerinin çoğunu dinlememe rağmen beni hiç biri şu yazının konusu olan albüm kadar çekmedi.

Master of Disaster grubun 2001’de yayınladığı bir mini albüm. Bir geri dönüş albümü sayılır çünkü ondan evvelki albümleri 1994’te çıkmış. Ama şaka mısınız siz arkadaşım? Niye en çok beğendiğim albümü, en sürükleyici albümü böyle kısacık yapıyorsunuz? Bilmiyorum, diğer albümler bana biraz aşılamaz engeller gibi geldi, Master of Disaster ise bir içim su. Sadece 17 dakika sürüyor ama o kısa sürede ortalığı yıkıp geçiyor. Bu söylemi başka albümler için de kullandığımı hatırlıyorum ama dinlediğim en sert nameler var burada. Haydi eller havaya, oturmaya mı geldik, oo Nihat beyler de hoş gelmişler… Albümdeki 5 şarkı insanı böyle coşum coşum coşturuyor işte. Salt eğlence değil tabi etkisi. İnanılmaz bir özgüven aşısı var. Bilmiyorum, daha başkalarına da oluyor mu ama, şarkıları dinlerken böyle bir çeneyi öne çıkararak dudakları büzme, yumruğunu göğsüne vurma, daha ileri vakalarda anlamsız haykırmalara rastlanıyor eğer süper egonuz su dökmeye gitmişse.

Albümdeki müzik hakikaten çok ağır, çok sert. Aslında açıkçası birtakım modern tınılar da var ama rahatsız etmiyor. Adam kayırmak mı dersiniz buna yoksa başka bir şey mi, bilmem ama hakikaten olmuş burada modern tınılar. Şarkıların sonları git-gel tarzı efektlerle bezenmiş, böylece gerilim arttırılmış, sonraki şarkıların başlarıyla birleştirilmiş.

Klassen’in vokaline de bir başka parantez açmak lazım. Bence bu albümde diğer albümlerden farklı bir tarzı var sesinin. Belki de bu yüzden esas olarak Master of Disaster’ı beğeniyorum Holy Moses kariyerinden. Gözlemlerime göre bu kısa albümde şarkıları bir kadının söylediğini daha çok anlıyoruz. Bir de daha bir thrash metal vokali tarzında Klassen’in sesi burada. Zira diğer albümlerde brutal vokal sularında gezen Klassen, burada gayet surat ekşiterek söylenen ekşi mi ekşi thrash metal vokalinden. Bir de tabi az evvel belirttiğim, bir kadının söylediğini daha çok anlıyoruz. Thrash metal grubu Holy Moses’ı özel yapan şey vokalistinin kadın olması dedik ya, o yüzden önemli. Diğer albümlerde zaman zaman bir abi söylüyor sanırken, burada mikrofonun başında bir abla olduğunun farkındayız. “Hep böyle kal Sabina” diyemiyorum, geçti Bor’un pazarı sür eşşeği Niğde’ye. Ha oraya gitmişken bizim A. Fatih Doğruer’e de selam söyle heh heh (güncel not: Boo! dergisinin ilk kadrosundan bir arkadaşımızdı kendisi).

  1. "Master of Disaster" – 3:39
  2. "Taste My Blood" – 2:58
  3. "The Hand of Death" – 3:44
  4. "Feel the Pain" – 3:52
  5. "Down on Your Knees" – 3:18

Darkthrone - Dark Thrones & Black Flags

Nocturno Culto - vokal, gitar, bas
Fenriz - vokal, davul

Tepeye not: Bu yazı Boo! dergisinin 36. sayısında yayınlanmıştır, yeni yazmadım eski yazdım.

Hayatımda hiçbir albümü bu kadar beklemedim ben. Önce yaz ortası dendi, sonra 20 Ekim’e ertelendi. Aylar geçti, açlığı bastırmak için F.O.A.D.’lar The Cult is Alive’lar tekrar tekrar dinlendi… Sonra yeni albümün kapağı ortaya çıktı, “Tarzı F.O.A.D.’a daha yakın olacak galiba” denip foad daha çok dinlenilmeye başlandı (her seferinde nokta koymak bezdirecek beni ah ah). Millet sabırsızlanmaya başladı, internete bir türlü sızmadığı için dellenenler oldu, zamanla Hiking Metal Punks sunuldu, sonra Peaceville’in sitesinde kurulan bir mini Darkthrone sitesinde 2 daha şarkıdan kısa bölümler çıktı. Dönüp dolaşıp bunları dinler oldum ben. Derken nihayet 20 Ekim geldi çattı, albüm piyasaya çıktı. Bayram gibi kutladım 20 Ekim’i. Bir gün içinde defalarca döndürdüm durdum aynı şeyi. Sanırım beşinciydi, ondan sonra anca yavaş yavaş bıkma belirtileri başladı.

Albümün kapağından (yine Dennis Dread çizmiş bir öncekinde olduğu gibi) F.O.A.D. tarzı bir şeyin bizi beklediğini tahmin etmiştim zaten, enstrümanların tonu öyle keza. Kayıtlar falan da öyle. Farklılık ise bestelerde. Punk ve heavy metalin köklerinin yanında bu albümde Darkthrone, kendi köklerinin ağırlığını da arttırıyor. Bazı yerlere çok kısa atmosferik bölümler serpiştirilmiş, bazı gitar bölümleri ilk albümleri anımsatıyor. Özellikle Nocturno Culto’nun yazdığı şarkılar bu özellikte. Zaten şöyle ki, Fenriz ile birlikte bu ikili birbirini, dolayısıyla Darkthrone’un son birkaç yıldaki müziğini çok iyi tamamlıyor. Nocturno Culto için “Bay Black Metal”, Fenriz için ise “Bay Punk” desem pek yanılmış olmam herhalde. Bütün serseri, eğlenceli şarkılara baktığımızda Fenriz’in imzasını görürken, karanlık ve kasvetli şarkılarda ise N. Culto var. Ancak bu iki kişilik, grubun müziğinde bir ruh hastalığına yol açmıyor nasılsa. İki tarza da “Bu müzik Darkthrone’un müziği” diyebiliyorum ben rahatça. Tarz değişiyor, hala Darkthrone. Vokal değişiyor, halen daha Darkthrone. Hani vokalisti değişen grubu ilk dinleyişte başka bir grubu dinliyormuş gibi olunur ya, yok bu iki kafadarın müziğinde olmuyor bu işte nasıl oluyorsa.

Bir önceki albümde Black Sabbath ve Motörhead esintileri yakalamıştım, Dark Thrones and Black Flags’te ise Hanging out in Haiger adlı şarkıda Mercyful Fate esintisi yakaladım. Hatta doğrudan ona gönderme var. Vokalde Fenriz uçmuş adeta, King Diamond gibi ine çıka söylüyor. Sadece o mu? Gitarlar da bir ara bildiğimiz “Mercyful Fate usulü heavy metal” tarzı riflerde çalınıyor. Ondan sonra benim yakaladığım bir başka referans Adrenalin O.D. oldu. Gerçi bu benim uydurmam da olabilir ama Fenriz’in albümde çığlık attığı her vakit aklıma Rock’n Roll Gas Station’ın ortasındaki çığlık geldi. Neden bahsettiğimi anlamayanlar Youtube’da “fenriz rock and roll gas station” diye aratsın.

Muhteşem bir albüm bekliyordum, hakikaten öyle bir albüm geldi. Ben çok beğendim. Beğenimin nispeten az olduğu kısım Witch Ghetto adlı şarkı oldu, son şarkı kontenjanına daha sağlam bir şeyler yazabilirlermiş. Üstelik bundan evvelki son 3 albümde epik ve damar şarkılar varken serseri şarkıların son şarkı olma konusunda pek de iyi olmadığını anlamış oldum. Bunun dışında bir dinleyici olarak eleştirebileceğim hiçbir şey yok albümde. En favorim olan müzisyenlerden ikisi, “Norveç kültür elçilerim” dediğim iki adam, müzik anlayışı açısından kafaca bana en yakın olan ikili… Orta dönemlerinden ziyade şu son dönemlerini daha çok beğensem de kendime çok yakın hissettiğim bir grup Darkthrone. Her ne kadar dinleyici kitlesinin çoğuna kıl olsam da (bakınız Last.fm’deki Darkthrone sayfasındaki panoda bulunan dinleyici yorumları), olsun varsın o elemanlar her u harfini v yaparak dalga geçip geçmedikleri belli olmayan saçma yorumlarını yapadursun, ben Darkthrone’u onları aklıma getirmeden zevkle dinlemeye devam edeceğim. Şu anda ben de şaşırmaktayım dinleyici kitlesinin gruba olan bakışımı etkilememesine heh heh. Genelde etkiliyor, huyum böyle.

  1. "The Winds They Called the Dungeon Shaker" – 3:52
  2. "Oath Minus" – 4:16
  3. "Hiking Metal Punks" – 3:21
  4. "Blacksmith of the North" – 3:13
  5. "Norway in September" – 5:46
  6. "Grizzly Trade" – 4:16
  7. "Hanging Out in Haiger" – 3:22
  8. "Dark Thrones and Black Flags" – 2:24
  9. "Launchpad to Nothingness" – 4:31
  10. "Witch Ghetto" – 3:56

Metallica - Death Magnetic

James Hetfield - vokal, gitar
Kirk Hammett - gitar
Robert Trujillo - bas
Lars Ulrich - davul

Tepeye not: Bu yazı Boo! dergisinin 36. sayısında yayınlanmıştır, yeni yazmadım eski yazdım.

2008’in en çok konuşulan grubu hiç kuşkusuz Metallica. Yurtdışında AC/DC, Coldplay falan yarışabilir ama ülkemizde başka bir rakip gelmiyor aklıma. Önce konser, sonra albüm, yine sürekli heavy metalle alakası olmayan, sadece onun imajı üzerinden ara sıra prim yapmaya çalışan müzik dergileri bir sürü kapak yaptı. Hangi ay hangi fotoğraf hangi dergide kapak oldu bilemezken, zor zanaat şu ortamda Metallica’yı beğenmek. Anlamıyorum zaten, Radiohead, Coldplay, Muse dinleyen de Metallica dinliyor, Linkin Park, Korn, Slipknot dinleyen de dinliyor, Avril Lavigne, Britney Spears, Madonna dinleyen de… İşi yerelleştirmem gerekirse Serdar Ortaç, Demet Akalın dinleyenler bile dinliyor diyeceğim ama o kadar ileri gitmemiştir durum diye tahmin ediyorum. İşin ilginci, bu saydığım kozmopolit insan topluluğu, Master of Puppets ile coşup, Seek and Destroy ile çakmakları yakıp kaldırabilirken önlerine akran bir başka thrash metal grubu koyunca “ıyy” deyip geri itiyorlar. Anlamıyorum ben bu insanları.

Bu saydığım şeyler yüzünden hep temkinli yaklaşmışımdır Metallica’ya. Ara sıra dinlesem de ayırt edici bir grup değildir benim için. Ama yiğidi öldür hakkını ver, son albümleri hoş olmuş açıkçası. Bak yine temkinli yaklaştım Death Magnetic’e, hatta bu onun üzerine yazdığım ikinci yazı. Ama birincisinde çok yersiz eleştiriler yaptığımdan yeniden yazıyorum işte. Çünkü ilk dinlediğimde hakikaten çok az beğendim. Yani sevdiğim 4 şarkı vardı ve bunun harici ilgimi çekmemişti. İlk iki şarkı amaçsız, dördüncü şarkı piyasaya yönelik, Unforgiven 3 pazarlama kokulu, Suicide & Redemption gereksiz uzun, My Apocalypse da özensiz gelmişti. Yok zamanla yumuşadı aram albümle. Şimdi ara ara sıkıldığım yerler olsa da aramız iyi. Demek ki doğru ruh haliyle dinlemek gerekiyormuş.

Thrash metal adına tembel geçen onca yılın ardından, kimilerine göre zorlama, kimilerine göre içlerinden gelerek tekrar müziklerinde thrash metale ağırlık vermeleri sevindirici bir şey tabi. Bu durumda prodüksiyon koltuğundan Bob Rock’ın gidip yerine Rick Rubin’in gelmesi daha da sevindirici bir şey. Rubin belki dünyayı kurtarmadı, bizim gibi sapına kadar metal insanı değil belki ama Slayer ile yaptığı şeyleri hepimiz biliyoruz. Bu albümde de ben dahil birçok kişinin gözüne çarpan şey müziğin yer yer Slayer’ı hatırlatması. Özellikle ilk iki şarkıda. Hatta daha çok ikinci şarkıda. Sadece müzik değil, James Hetfield’ın sesi bile bazen Tom Araya’yı hatırlatıyor. Gözlerimi kapatınca karşımda Hetfield kellesi yerine Araya kellesi görüyorum ağzı oynayan. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum ama bir itirazım yok benim şahsen.

Zaman içinde tek tek şarkılarla da öpüşüp barıştık. İlk iki şarkıdan özür diledim amaçsız dedim diye. “Eyvallah, mühim olan Hatice değil netice” dediler. Sağ olsunlar delikanlı çıktılar. Sonra Unforgiven 3 ile tokalaştık, diğerleri kadar samimi olmadı ama, takdir ettim yine de vokalin kinayeli üslubu beni çekti diye. Ama yine de pazarlama amaçlı bence heh heh. Sonra gittim, The Day That Never Comes çift kişilikli çıktı. Birinci kişiliğiyle pek helalleşemedim ama ikinci kişiliğiyle aramızda sorun kalmadı. Zaten mazlum kendisi, eşşek Number 1 TV daha sert diye tasarruf etmek için kesmiş ikinciyi klibi yayınlarken. Anlattı derdini, dedim “Sen meraklanma, elimdeki tüm medya organlarını kullanıp karalayacağım onları”. Bir sevindi bir sevindi, koşa koşa uzaklaştı. Tabi başımı çok belaya sokmamak için şimdi sadece isminin başına “eşşek” koydum o kadar, çaktırmayın. Suicide & Redemption da ikinci yarısındaki coşum coşum coşulan bölüm sayesinde kendini beğendirdi. Özellikle bir şey başarıp zafer sevincini tadarken oraya denk gelmek muazzam bir duygu. Bizzat yaşadım ben. My Apocalypse da işte hala çikin. Olsun, Betty de çikindi zaten. Yazık şimdi onu da bağra basmamak olmaz.

Neticede albümü alan aldı, dinleyen dinledi… Albümün çıkmasının üstünden bir mevsim geçti. Bu yazı geç kaldı. Ama bildiğin bir şey üzerine ne yazmışlar diye okumak da zevklidir. Uzun yıllar sonra güzel, delikanlı bir albüm yapmış Metallica. Önyargıları biraz kenara bırakın öyle dinleyin efendim. Ne çektiysek bu önyargılardan çektik zaten.

  1. "That Was Just Your Life" – 7:08
  2. "The End of the Line" –7:52
  3. "Broken, Beat & Scarred"– 6:25
  4. "The Day That Never Comes" – 7:56
  5. "All Nightmare Long" –7:58
  6. "Cyanide" – 6:39
  7. "The Unforgiven III" – 7:47
  8. "The Judas Kiss" – 8:01
  9. "Suicide & Redemption" – 9:58
  10. "My Apocalypse" – 5:01